14 Haziran 2010 Pazartesi

BİR ŞEHRİ BIRAKMAK


Şehirler insanlara benzer. Onların da çarpan bir yürekleri vardır; kimi zaman delicesine çarpan kimi zamansa atıp atmadığı belli olmayan. Gülen şehirler vardır tabi ağlayanlar da. Göründüğü gibi apaçık olanların yanında içinde bin bir sırrı saklayan şehirler vardır.

Hangi şehirde yaşıyorsanız bir süre sonra ona benzemeye başladığınızı görürsünüz şaşırarak. Şehrin dokusunun içinize işlediğini fark edersiniz. O şehirde yetişen bir bitki gibisinizdir, bir binanın çimentosu, bir ağacın dalları…Yolları olursunuz her metrekaresini bildiğiniz.

Sokaklarında gezdiğinizde hissettiğiniz o tanıdıklık duygusu, güven verir. Oraya ait olduğunuzu düşünür, bu şehrin sizden vazgeçemeyeceğini sanırsınız.Rüzgarı bile başka eser;tanıdık tanıdık, yumuşak yumuşak… ”Ben buraya aidim”der; bir sevgilinin kollarına bırakır gibi bırakırsınız kendinizi o kente.

Bazı şehirlerle helalleşirsiniz ayrılırken. Alacağınız vereceğiniz kalmamıştır. Başı dik, gönlü rahat bir şekilde ayrılır bir daha arkaya bakmazsınız. Ama bazılarına “Bana yıllarımı geri ver”diyesiniz gelir. Bir zorba gibi sırt çevirir size şehir, anlarsınız ki kaderiniz bir mazlumun kaderidir. Hazindir bu ayrılıklar; eli böğründe ,gözü arkasında kalmak tarifsiz keder verir insana.

Yaşadığınız yerde deniz varsa; her sokağın sonunda denizin narin, nazenin maviliğiyle buluşacağınızı sanırsınız. Dalgalar gelip sizi merhabalayacak, haylaz martılar pike yaparken size göz kırpacak, yosunlar bütün yeşiliyle sizi çağıracak. Sahilde otururken,bir çay içerken, denizi seyreylerken, bu güzelliği sindirmeye çalışırken hiç tereddütsüz şunu dersiniz:
-Saadet ,bu değil de nedir?

Şehrin ortasından geçen çayları olan şehirler vardır. Oranın ahalisi alışıktır buna ya, dışarıdan gelenin tuhafına gider bu. Bir köprü başında izlerken akmayan çayları, suyun yerine dolanan keçileri başkası değil ya bir tek senin aklına gelir bu çayın deli deli aktığı, kabına sığmadığı bir gün terliğini kapıp götürdüğü; seke seke dönerken eve duyduğun sevinçle karışık üzüntü. Annene vereceğin hesap bir yana, çayla bir oluşun, senden bir parçanın onun oluşu… Kayıplarına böyle bakmaya başlarsın bir müddet sonra; hayat senden bir şey almışsa apansız bir gün yine geri verir, vermese de ziyanı yok; kaybedilen her parçada ben varım, benim izim var deme olgunluğuna ulaşırsın.

Sonra zalimce rüzgarlar esmeye başlar; sizi okşayan, size dokunan o yumuşacık rüzgar, bu defa bir başka eser.

İnsanlar gibidir şehirler de; ne zaman bağrına basacağı ne zaman silkeleyip atacağı belli olmaz.

Lal olur diliniz, kelimeleriniz de alıp gitmiştir başını; ne çok söyleyeceğiniz vardır da diyemez, meramınızı anlatamaz olursunuz. Dehşet içinde anlarsınız ki bu şehirde fazlalıksınız.

Sonra… Sonra… Başınızı önünüze eğer, çeker gidersiniz.

İLKAY GÖKÇEN
11-06-2010 ANKARA

2 Şubat 2010 Salı

KUDRET


Sıradan bir gün yaşanıyordu yine. Hiç seyri değişmeyen,ağır aksak ilerleyen, yaşananların sırasının bile belli olduğu bir gündü. Dışarı bakıyordu Nazlı. Burası Nazlı’nın dünyaya açılan penceresiydi sanki. Bu rutin hayatın içinde soluklandığı özel bir alan, kurtarılmış bir bölgeydi.


Çocukların çığlık çığlığa oyun oynayışları, Postacı Ali amcanın ağır aksak eve dönüşü, Bakkal Fadime’nin dükkânının önünü yıkayışı, Selma’nın kocasının hiç bitmeyen araba silişleri –ya da sevişleri- ezberlediği bir seremoni gibiydi. Gözünü kapatsa da hepsinin sırasını bilirdi. Bir oyun oynar gibi kapattı gözünü Nazlı, açtığında Ali amcanın bir duvar dibinde soluklandığını görüp gülümsedi. Bildi işte! O duvar dibi hiç değişmez. Ali amca hep orada durur, seyreder sokağı, gülümser, çocukları sever gözleriyle… Selma’nın kocasına laf atar az sonra, dinlenince biraz, yavaş yavaş kalkıp Nazlı’yı kontrol eder göz ucuyla. Orada olduğunu görünce sıcacık bir gülüşle selamlar onu.Kız kardeşini de görür sık sık o duvar dibinde; nedense pek sever orayı. Ali amca gözden kaybolurken Selma çıkar balkona; kocasını çağırır, kocası duymazlıktan gelir. Selma’nın söylene söylene içeri giriş süresini bile bilir. Hatta Selma’nın aklından geçenleri de… ”Şu arabana gösterdiğin ilginin onda birini bana göstersen, dünyanın en mutlu erkeği yapardım seni. Ama yok, yemeğini yapan, çamaşırını yıkayan sanki bu araba. Şu araba kadar kıymet vermedin bana.Ben de sana huzur vermeyeceğim işte! Dırdırımla bıktıracağım.”


İçi daralırdı birden Nazlı’nın. Kötü giden, yıpranan evlilikleri görünce üzülür, evliliği bu hale getirenlere içten içe kızardı. Evlilik iyi bir şeydi ona göre. Anne babasına bakar, onların çok mükemmel olmasa da iyi giden evliliklerini, birbirlerine olan saygılarını takdir ederdi. Evlilik kutsaldı Nazlı için; bu büyüyü bozmak, yıpratmak da en büyük saygısızlık.


Ablasının evlilikle ilgili ileri geri konuşması da hoşuna gitmezdi. Ablası Nazlı gibi değildi; okumuştu, çalışıyordu da. Sürekli kitap okur, notlar alır, yazar çizerdi. Nazlı’ya göre çok sıkıcı, gereksiz işler yapardı. Nazlı’yı eleştirmeyi de hiç ihmal etmezdi.

-Okumadın da iyi ettin sanki! Şimdi evde otur da evlenmeye gün say.

-Abla lütfen, seçimime karışma.

-İyi de canım okusaydın ekonomik bağımsızlığın elinde olurdu. Kocana hiç eyvallah etmezdin.

-Abla, kocaya eyvallah etmek kötü bir şey mi?

-Evet, kötü bir şey. Çünkü hiçbir erkek güvenilir değildir. Babana bile güvenmeyeceksin demiş atalarımız.

-Güvenmeyeceksek evlenmeyelim o zaman.

-Tamam işte!Ben de tam öyle diyorum ya!

-Yani sen evlenmeyecek misin abla?

-Almayayım, alana da mani olmayayım. Ama sen kardeşimsin,canımsın; sana mani olmak istiyorum.


Nazlı’nın tozpembe hayallerini ablasının bu katı tavrı bile engelleyemezdi. En büyük düşü mutlu bir yuva kurmaktı. Küçükken ona, büyüdüğünde ne olacağını sorduklarında “gelin” derdi, “ben gelin olacağım.” Herkesi güldürürdü bu cevabıyla. Bir evi, yuvası olsun isterdi. Yemekler yapmak, evi temizleyip düzenlemek, çocuklar doğurmak, onlara bakmak istiyordu. Kim ne derse desin! Sabahleyin okula gitmek için kalktığında gözü annesinde olurdu. Ne şanslıydı annesi; okula gitmiyor, ders çalışmıyor, kitap okumak zorunda kalmıyordu.


Nişanlısı Kudret geldi aklına, içi ışıdı. Kudret okumuştu, çok da akıllıydı; onun aklı, okumuşluğu ikisine de yeterdi. Ablasına akıl sır ermiyordu bazen, canını acıtıyordu Nazlı’nın. Nazlı işlediği kanaviçelerle, ördüğü dantellerle süslediği çiçek gibi evinde Kudret’le çok mutlu olacaktı. Ablası hayran kalacaktı ona.


Babası daha işten gelmemiş, annesi de komşuya geçmişti. Annesi pek sevmezdi gezmeyi, zorunlu olmadıkça evden çıkmazdı. Nazlı’nın çeyiz hazırlıkları için Gülten teyzeye geçmişti.


Kapı çalındı hızlı hızlı. Bu saatte kim gelir ki? Babası değil; annesi yeni gitti.Kardeşi okuldaydı,ablası hastanede. Ezberi bozuldu Nazlı’nın, yaşanacakların sırasını bilirken hesapta olmayan ne olabilir ki hayatında? Kapıdaki gümbürtüler çoğalmıştı, isteksizce kalktı.


-Tamam, tamam geliyorum. Açıyorum!

Açtı kapıyı. Karşısında Kudret’i görünce şaşırdı.

-Kapat kapıyı, kapat! Geliyorlar!


Nazlı şaşkın bakakaldı. Ne yapacağını bilemedi.


-Ne bakıyorsun? Kapatsana!


Kapı kapanınca çıkardığı ayakkabılarını eline aldı Kudret, hızla içeri daldı. Genç kız da arkasından seğirtti. Olup biteni anlamaya çalışıyordu. Genç adam dipteki odaya girdi elinde ayakkabılarla, Nazlı da peşinden gitti soran gözlerle.


-Bakma bana öyle, geliyorlar diyorum.

-Kim geliyor, neden geliyor?

-Anlatırım. Ama önce sen perdeleri çek.

-Gündüz gündüz ne perdesi Allahını seversen… Hem millet ne der?


Kudret’in öfke dolu bakışlarını görünce dediğini yaptı. Meraktan delirecekti. Ne oluyordu böyle, Kudret birinden mi kaçıyordu? Yanına yaklaştı nişanlısının, ağzını açmaya fırsat bile bulamadan yeni bir komutla sarsıldı.


-Saati indir.


Hoppalaaa! Saati niye indiriyordu ki? Ama ondan umulmaz bir hızla saati de indirdi. Yeter ki bir an önce neler olduğunu öğrensin.Kudret’in kol saatini çıkardığını gördü. Tam o sırada kapı çalındı. Nazlı gayriihtiyari Kudret’e baktı.

-Açma!dedi Kudret.

-Olur mu Kudret, açılmaz mı?

-Bekle, birlikte açalım.


Kapıda annesi göründü. Karşısında Kudret’i görünce şaşırdı.”Tövbe tövbe”dedi içinden. Kudret’in Nazlı ile yalnız olması canını sıkmıştı.Suratına yalancı bir gülümsemeyi oturtmaya çalışırken Kudret kolundan hızla çekip içeri soktu onu da. Kadının yüreği ağzına geldi.


Salona geçtiler. Kadıncağız soran gözlerle Nazlı’ya döndü. “Bu çocuk başına ne işler aldı?”der gibi bakıyordu ama ağzını da açamıyordu. Kudret, televizyon antenini indirdi. Salona bıraktığı evrak çantasını açtı. “ İçinde önemli evraklar var” dedi. Evrakları çıkarıp salonun ortasına fırlattı. Pencerenin yanına gitti, azıcık açtı perdeyi.


-Şu karşıdaki arabalı var ya, ne zamandır peşimde. Sürekli beni takip ediyor.


Nazlı ile annesi bakıştılar.Selma’nın kocasının ne alıp veremediği vardı ki Kudret’le.

“O bizim komşu”diyecek oldular, Kudret’in gözlerindeki öfkeyi görünce sustular.


-Japonlar beni dinliyor anne.

-Hangi Japonlar?

-Her yerden dinleniyorum.

-Neden dinliyorlar a oğlum?

-Çıkmamamız lazım. Anlatırım.

Nazlı’nın annesi mırıl mırıl dua okumaya başladı.


Sıkıntılı saatler geçti salonda. Ama ağızlarını açıp bir şey soramadılar. Baba ile Nazlı’nın kız kardeşi de da geldi eve, aynı tören tekrarlandı. İçeri girenler, anlam veremeyen bakışlarla etrafı süzüyordu. Annenin kaş göz işaretleriyle olağanüstü bir şeylerin varlığını sezip suskunluğun ortağı oldular. Nazlı’nın ablasını da hastaneden çağırdılar. Belki o, bu olanlara bir açıklama getirebilirdi.


-Hepiniz burada olduğunuza göre artık anlatabilirim. İtiraflarım var.

-Kuran getirin.

Kuran getirildi.

-El basın.

Herkes elini bastı.

-Çocuk gitsin.

Çocuğu dışarı çıkardılar. O da köşedeki duvarın dibine çöktü her zamanki gibi. Nazlı ablası ne zaman arasa onu burada bulurdu. Gökyüzüne baktı. Ay ne kadar da büyüktü; uzattı elini, tutacakmış gibi. Uçan daire gördüğünü zannetti. Tuhaf şeyler oluyordu. Tipitip sakızını büyük bir iştahla çiğniyordu bir yandan. Gözlerini kapattı. Kurana el basıyormuş gibi yaptı. Böyle yaptığına güldü.


Kudret’in akrabalarına haber verilmişti. Onu alıp götürdüklerini gördü. Arabanın ardından bakarken onu içeri çağırdılar. Eve döndüğünde herkesin salonda düşünceli düşünceli oturduğunu gördü. Büyük ablanın elinde, kahverengi hayat ansiklopedisi vardı. Koştu, ablasının elinden aldı. “Ş”harfinin olduğu sayfa açıktı, ablasına baktı. Ablası eliyle “Şizofreni”maddesini işaret etti. Çocuk, yutar gibi okudu. Uçan daire miydi şizofreni? Yaratıklar dünyayı mı basacaktı? Büyüklerin dünyası ne kadar anlaşılmazdı onun için.


Ertesi gün babasıyla geldi Kudret. Çocuk, kapı arkasından babasıyla Kudret’in babasının konuşmalarını dinledi.Babası “Kızımın başını yakacaktınız”tarzında bir şeyler söylerken karşısındaki “İyileşir sandıydım”diyordu. Kudret ağabey yaratık mıydı, uzaydan mı gelmişti? Ablasını da alıp uçan daire ile kaçıracak mıydı?


Kudret beyaz çorap giymişti. Ayak başparmaklarını birleştirdi. Ellerini birleştirdi. Gözleri önündeydi. Ürkek bir kuş gibi.


-Nazlı ile konuşmak istiyorum. Onunla konuşturun beni.

Nazlı senden korkuyor diyemediler. Çağırdılar Nazlı’yı. Bir ürkek kuş da oydu. Tedirgin adımlarla yanaştı Kudret’e.

-Benden korkma Nazlı. Ben sana hiçbir şey yapmam, yapamam.

Nazlı cevap vermedi.

-Nazlı, Nazlım!

-Nazlı ben sana bir şey sormaya geldim. Beni kabul ediyor musun Nazlım? Benimle evlenmek istiyor musun?


Nazlı sustu. Gözyaşları pıtır pıtır dökülüyordu cevap yerine. Ne cevap versindi ki? Korkuyorum senden,hasta bir adamla korku dolu yılları paylaşamam mı? Seviyorum ama bu durumda seninle birlikte olamam mı? Çocuğum olursa senin gibi hasta olur mu? Cevabı çoktu ama konuşamıyordu; ağlamak dışında elinden hiçbir şey gelmiyordu.İçinde umut yeşerdi Kudret’in. Gözyaşı demek duygu demek, sevmek demek; insan boşu boşuna ağlar mı? Bekledi Kudret.


-Hayır, istemiyorum Kudret.

-Neden Nazlım?

-…………………………..

-Tamam Nazlı.

Kısa, küçük, korkak adımlarla dışarı çıktı Kudret. Aşağıya inip terliklerini giydi. Merdivene oturup ağladı. Gözyaşlarını sildi.



…………………………………………………………



-Birilerinin sizi takip ettiğini düşünüyorsunuz öyle mi?

-Evet, takip ediyorlar beni. Bana kötülük yapmalarından korkuyorum.

-Nasıl bir kötülük?

-Öldürebilirler beni Doktor Hanım. Televizyondan, bilgisayardan mesaj yolluyorlar.

-Mesaj mı yolluyorlar?

-Sürekli mesaj yollayarak beni tehdit ediyorlar. Sıran geldi, zamanın geldi diye…

-Tamam sizi anlıyorum. Dilerseniz dışarıda bekleyen yakınınızla görüşelim. Sonra hep birlikte ortak bir karar verelim.


Hasta; kısa, küçük, korkak adımlarla dışarı çıktı. Doktorun içi sızladı;bu adımları,bu çaresizliği,bu ürkekliği yakından tanıyordu. Yıllar geçse de üstünden, unutamamıştı. Derin bir soluk aldı. Tıpkı küçükken sokaktaki duvar kenarına yaslanıp yaptığı gibi gözlerini kapattı. O duvar kenarı çok şeye tanıktı. Mutluluklara, mutsuzluklara, kaçışa, ağlayışa, gülüşe… Hayatın şifrelerini orada, kendince çözmeye çalışmıştı. Ve o duvar dibinde tanışmıştı şizofreni ile; sınırsız hayal dünyası o duvara toslamıştı. Uçan daire değildi şizofreni; bu hayatın renk sanmadığımız renklerinden biriydi. Kendini önemli hissedenlerin, önemli olmaya ihtiyaç duyanların, yeterince önemsenmemiş, örselenmiş insanların hastalığı. Hayatın da sanrılardan, yanılsamalardan ibaret olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Benliğe inen her darbenin kişiyi de, toplumu da şizofren hale getirdiğini görmüştü.


Gözlerini açtı. Etrafına bakındı. Duvardaki zile bastı.


İLKAY GÖKÇEN

01-02-2010

11 Kasım 2009 Çarşamba

ELİF ANA


Güzeldi köyümüz. Tanıdık bildik köylere pek benzemezdi ama... Ardıç ağaçlarıyla süslenmiş, ıssız bir köy... Nasıl desem? İnsanı az bir köy işte... Şehirde yaşayan, bir avuç toprağa, bir parça yeşilliğe hasret kalan çocuklardan biriydim. O yüzden tatillerde köye gitmek için can atardım. Aynı isteği göstermeyen kardeşlerime de şaşar kalırdım. Neden gitmek istemezlerdi ki oraya? Sıkılırlardı besbelli... Ama ben eşyalarımı hazırlar gün sayardım gitmek için.

Bir yayla köyüydü Kökez. Sarp dağların eteğine yaslanmış, hüzünlü, ıtırlı, gizemli... Sevgilisi tarafından terk edilmiş âşıklara benzerdi. Yolunun zorlu, şartlarının çetin olması yüzünden köylüler, merkeze daha yakın yerlere göç etmişlerdi. İnsansız evler, boynu bükük bakarlardı sanki ya da bana öyle gelirdi. Kalanlarda da vardı bir tuhaflık... Hepsinde bu dünyaya ait değillermiş gibi bir hava hissedilirdi. Bazılarına yaklaşır dokunurdum, gerçekliklerine inanamazdım. Geniş hayal dünyamda hepsi masallarımı, hikâyelerimi süsleyen bir kahramandı. Masalsı bir diyardı burası.

Benim içimi aydınlatan bu köy, başka çocuklara ıssız gelir, onların içini karartırdı. Şehrin üstüme üstüme gelen devasa binaları, bunaltıcı havasından kaçıp yeşile kavuşmanın dışında bir sebebi daha vardı köy sevgimin. Yalnız olma isteği... Bir yanım pek severdi kalabalığı, gürültüyü, şamatayı; diğer yanımsa yalnızlığı, sessizliği ve kendiyle baş başa olmayı... Yalnız olmak, dilediğimce düşünmek, çevreyi gözlemek için mükemmel bir fırsattı köye gitmek... Hayaller kurardım orada, masallar hikâyeler, oyunlar yazardım aklımdan. Masal kahramanları, öykü karakterleri cirit atardı düş dünyamda. O kadar kalabalıktı ki beynim, sıkılmaya vaktim olmazdı. Çocuk bilincimle bunun farkında değildim elbet, şimdi şimdi anlamlandırıyorum.

Çocukluğumun kahramanı anneannemdi. Bu küçücük, minyatür kadın bir dev gibiydi gözümde. Becerikliydi, elinden her iş gelirdi. Yapamayacağı iş yok gibiydi. Neşeliydi, bir iki kahkahayla bütün gamını, kederini kovardı. Her zaman, enerjik, kıpır kıpırdı. Onun yorulmaması şaşırtırdı beni, onu izlerken bile yorulurdum. Pek tembeldim küçükken. Yıllar sonra onun gibi olacağımı nereden bilebilirdim?

Köydekiler anneanneme “Elif Ana” derlerdi. Teyzemin çocukları da...
- Anneanne, sana neden Elif Ana diyorlar? Sen onların da anneannesi değil misin?
- Gınalı guzum. Köylüler anneanne babaanne nedir ne bilsinler? Şehirliler yeni icat etti o adları.
- Anneanne, ben de sana Elif Ana desem olur mu?
- Olmaz mı gınalım. Canın ne istiyorsa onu de.
- Elif Ana?
- Guzum.
- Dedeme de Mehmet baba diyeyim mi?
- Deme yavrum. Herkes ona dede der. Sen de öyle diyiver.
- Tamam, Elif Ana. Elif Ana?
- Hıııı...
- Dedem gülmez mi hiç?
- Gülmez mi anam!
- Neden ben görmedim?
- Kim bilir yavrum? Bizim kadar değil ama güler işte!
- Ben korkuyorum dedemden.
- Korkma yavrum. Her insan birbirine benzemez. O da öyledir işte...

İnsanları olduğu gibi kabul ederdi Elif Anam. Ötesini berisini aramazdı. O öyleyse, öyleydi işte! Bitti. Bu kadar. Hayat ve insanlar, bu denli yalındı onun gözünde. Deşeleyip kendini mutsuz etmeye ne gerek var? Karşısındakini değiştirmeye çalışmaz, yıpratmazdı kendini. Elif Anadan çok şey öğrenecektim. Yaşamımın her anında bana yardım eden, zor durumlarda imdadıma yetişen bilgiler... İlkini hafızama kazımıştım:
“İnsanları değiştirmeye çalışmayacaksın! Onları olduğu gibi kabul edeceksin. Mutlu olmanın ilk şartı bu!”
Dedemden neden korkardık bilmiyorum. Çocuklara pek yüz vermezdi ama bizleri çok düşünürdü. Hep korur kollardı arka planda kalarak… İnce, uzun, kemikli elleri; upuzun boyu vardı. Heybetli bir heykele benzerdi dik durduğunda. Gözleri kısıktı, hep bir şey düşünüyor gibi derin derin bakardı. Temiz, titiz ve biraz huysuz bir adamdı. Çok konuşmayı da çok konuşanı da sevmezdi. Neşeli, canlı Elif Ananın tam zıddıydı.


Dişleri yoktu Elif Ananın. Dişlerini çektirip damak taktırmış, alışamamış atmış damağı. O gün bugündür dişsiz dolaşıyordu. Acırdım ona. Her şeyi yiyemezdi. Gerçi zamanla damakları diş gibi olmuştu ama yine de seçerdi yediklerini. Domatese dayanamazdı. Bahçesinde yetiştirdiği yeşilimsi fakat bir o kadar da lezzetli yayla domateslerini yerdi. Onun yemesi hoşuma giderdi ağzıma bile sürmediğim domatesi.

-Elif Ana, bu köyün erkekleri neden çorap örüyor? Kadınlar örgü örer, erkekler değil.
Güler, sarılırdı bana anneannem.
-Yavrum, biz yörüğüz. Yörük erkekleri çorap örer.
Dağarcığıma bir şey daha eklemiştim:
”Yörük erkekleri çorap örer; bu, yadırganacak bir durum değildir.”
Ama erkekleri öyle görünce gülmeme engel olamazdım. Elinde kirmanlarıyla yün eğirip altı şişle –dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına ciddi -çorap ören erkekler pek komik gelirdi bana.

Köydeki yer isimleri de birbirinden ilginçti. Ezberlediğim bu adların ne anlama geldiğini merak ederdim. Soru yağmuruna tutardım anneannemi.

- “Yelli Belen” ne demek?
- Çok rüzgârlıdır orası, ondan öyle demişler.
- “Kuyu Yeri”ne demek?
- Kuyu var da ondan.
- “Toymanın Çayırı” ne demek?
- Toyman denen bir adamınmış eskiden.
- “Kale ne demek?
- Önceden kaleymiş.
- “Bostanlık Çeşmesi”?
- Büyük bir çeşme vardır, o çeşmenin suyuyla bolca bostan yetişir.
- “Boyun Tarla”?
- Boyna benzer.
- “Cinciningat” ?
- Onu ben de bilmiyorum.
- “Yanık Yurt” ne demek?
-........................
- ……………. ne demek?
Bunaltırdım kadını sorularımla. Yine de hiç sinirlenmez, büyük bir sabırla yanıt verirdi. Bazen de dayanamazdı.

- Guzum, seni evde hiç konuşturmadılar mı?
- Neden sordun Elif Ana?
- Konuşmaya hasret gibisin de...
- Sıkıldım burada, konuşmazsam patlarım. Hem konuşmazsam unuturum konuşmayı...
- Üzülme, üzülme. Sen konuşmayı unutmazsın.

Erkenden yatırırlardı beni. Hoş, kendileri de erken yatarlardı ya... Anlam veremezdim buna. Elif Ana “Saat on, yatağa gon”dedi mi her şey biterdi. Yatağa konmak zorundasın, hiç şansın yok. Ama “saat on”dan daha önce girerdik yatağa.

-Elif Ana, neden erken yatıyoruz?
-Bilmem gızım, alışkanlık işte!

Fısıltıyla sorardım dedemin duymasından çekindiğim için... Dedem işitti bir keresinde. Tok, davudi sesiyle “Güneş battı, yörük yattı.”dedi.

Bir şey daha öğrenmiştim bu yörük köyünde:”Yörükler erken yatar.”

Yaşam, okumayla sırrına erilecek bir kitap değildi. Bunu Kökez’de öğrendim.

Yapılacak o kadar iş olurdu ki, erken yatmayıp da ne yapsınlar! Koyunları, inekleri vardı. Her sabah erce vakit hayvanlar otlatmaya götürülürdü. Uykuyla uyanıklık arasında duyardım seslerini, dalardım yine. Beni uyandırmamaya özen gösterirlerdi. Uykumu alınca kalkar, aş damına yönelirdim. Mutfağın adı”aş damı”ydı. Zaten birçok şeyin adı farklıydı Kökez’de. Doğru ocaklığa giderdim. Çaydanlık, ocaklıkta köze gömülü olurdu, çay soğumasın diye. Kahvaltımı yapar, çıkınımı hazırlardım. Anneannem unutmamam için sıkı sıkıya tembih ederdi. “Çıkınını hazırla, başörtünü takmayı unutma!”Çıkını hazırlamak zevkli olurdu. Yere serer, içine tel dolaptan aldığım çökeleği, domatesi, biberi, yufkayı koyardım. Sonra çıkını, belime sıkıca sarardım. En sevmediğim şey de başörtüsü takma faslıydı. Örtüyü bağlayınca başım sıkışır, boğulacak gibi olurdum. Atardım tülbendi, anneannemin söylediklerini hatırlayınca tekrar takardım.”Şehirde örtme ama köyde ört. Sıcak olduğunda yazma korur başını, başına sıcak geçmez. Sonra, börtü böcek saçının içine giremez. Yazmayla burnunu güneşten korursun. Burnu, yüzü yanan gızlara “kel gız “derler burada. İster misin kel gız olmak? ”Hiç ister miydim? Hemen örtüyü takardım.
Bir şey daha öğrenmiştim:” Köyde yazma örtmek bir zorunluluk değil bir gereksinim.”

Bir koyun vardı, dağda otlarken kaçar gelirdi eve. Evden ayrılmak istemezdi sanırım. Elif Anam ona bir isim koymuştu.”Ev gızı” Diğer koyunlar şıngır şıngır giderken dağlara, ev gızı mızıkçılık yapar, kaçar, anneannemi uğraştırırdı. Ev gızı ayak diredikçe anneannem onunla konuşur, onu ikna etmeye çalışırdı. Hayvanlarla konuşulur mu hiç? Konuşulur. Elif Ana konuşur. Bir güzel de yaptırırdı dediğini. Onları sever, boyunlarını okşar, kuzuya çevirirdi hepsini. Bizim ev gızı, sevmediği dağlara tıpış tıpış geri dönerdi.
Doğadaki her varlığın sevilmeyi hak ettiğini; şiddetin değil sevginin karşı konulamaz bir güç olduğunu öğrendim:”Sınırsız, hesapsız, beklentisiz sev. Karşılığı sen istemesen de gelir.”
-Elif Ana?
-Çocuğum?
-Senin saçların neden kınalı?
-Kına yakmayı seviyorum, hem kına korur saçı, besler. Senin gibi doğuştan kınalı değiliz
-Benim elime kına yakıver bu gece.
-Aman gızım aman!
-Neden öyle dedin?
-Çok iş kesiyorsun* bana. Elime bok sürdünüz diye gece boyu debeleniyorsun.
-Ama ben hiç hatırlamıyorum.
-Ben de hiç unutmuyorum. Sen en iyisi anana yaktır kınayı.
-Tamam.

Köyde hasta olmak beni korkutmazdı. Çünkü bilirdim ki Elif Ana, buna da bir çare bulacaktır. Zaten köylü akın akın ona gelir, ondan yardım umardı. Karın ağrısı, böcek sokması, siğil, baş ağrısı.... Dertlerin devasıydı Elif Ana. Bir keresinde ağrıyan karnım için bir yakı hazırlamıştı. İçine dövülmüş kuru üzüm, incir, karaardıç gıliği koymuş, az suyla kaynatmış, arpa unuyla koyultup karnıma sarmıştı. Bu yakıyla karın ağrım geçmiş, Elif Ana gözümde daha bir büyümüştü. Bir tek dedemin baş ağrılarına çare bulamadı. Kocaman
paketlerdeki gripinler geçirirdi dedemin ağrılarını. Şehre gidenlere sipariş verilirdi. Gripin kutusunun üstündeki başı ağrıyan kadın resmi hayalimden gitmez.

-Elif Ana, bu ağacın adı ne?
-Gara ardıç.
-Beyaz ardıç da var mı?
-Onu bilmem de boz ardıcı bilirim.
-Peki, bu kuşların adı?
-Onlara gara cuka denir. Ardıç kuşudur.
-Bu kuşlar neden ayrılmıyor ağaçtan? Kovalım onları, gelmesinler.
-Olur mu yavrum? O kuşlar olmasa ardıç da olmaz.
-Nasıl yani?
-Gara ardıcın gıliklerini, gara cukalar yer. Gara cukaların pisliklerinden yeni ardıçlar oluşur. Onların olmaması ardıcın da olmaması demektir. Allahın yarattığı her şeyin bir sebebi vardır güzel gızım.
Ne çok şey biliyordu Elif Anam. Bilimin öğretileri, insanoğluna hiçbir şey katmamış, doğayı yok etmiş insan. Artık yaylalarda ardıç ağacı yok, gara cukaların sesi duyulmaz oldu.

Şehirden bir kaçak daha gelirdi köye. İlhan ağabeyim. Onu görünce dünyalar benim olurdu. Teyzemin oğlu değil gerçek bir ağabeydi benim için. İlhan demek macera demek, eğlence demekti. Yalnız dünyamdan sıyrılır, mutlu bir yaramaz olurdum. İlhan ağabeyimi görünce yalnızlığı da, sessizliği de unuturdum.
Önce arılarla ilgilenirdik. İlgileniriz demek biraz ayıp aslında. Çeşme başında su içmeye gelen arıların üzerine zalimce su dökerdik. Zavallılar neye uğradıklarını şaşırırlardı. En sonunda arılar sokunca aklımız başımıza geldi. Az önce büyük bir hazla arıları yok etmeye çalışan iki kafadarın çığlıklar atarak eve dönmesi içler acısıydı. Elif Ana bizi tedavi etti. Her Anadolu kadınının yaptığı gibi bizi dedeme karşı savundu. Dedemin öfke dolu bakışları üzerimize çevrildiğinde daha bir küçülmüştük. Elif Ana ertesi gün bizi bırakmadı. Yardımımıza ihtiyacı olduğunu söyledi. Evin arka bahçesine götürdü bizi. Dedem arı kovanlarının başında arı gözlüğüyle bekliyordu. Yanına çağırdı biz yaramazları. Elinde bir arı vardı.
-Yaklaşın.
-………
-Gördünüz mü?
Bizden ses yok
-Kovandan çıkan arı, bacağında çiçekle geri döner. Bunlar birleşip bal olurlar. Balı, bizler için yaparlar.
Anlamlı bir bakış fırlattı ikimize.”Sizin öldürdüğünüz arılar geri dönemedi ama” der gibiydi.
-Arıların oğul çıkarma zamanı şimdi. Biz inek gütmeye gidince, benim tembih edeceklerimi yapın.
Bizde yine ses yok. Anneanneme döndü.

-Elifçe, bu uşaklar konuşma bilmez mi?
-Bilirler dedesi, bilirler. Yapar onlar dediklerini.
Dedem çocuklara “uşak” derdi nedense Akdeniz’in bir yayla köyünde. Biz uşaklar korkuyla karışık bir çekingenlikle salladık başımızı.
Onlar gidince bir başımıza kaldık. Dedemin tembih ettiklerini içimizden tekrarladığımız için sessizdik. Nasıl da sıcaktı! Arıların oğul çıkardığı zamandı bu. Tören başlıyordu. Üreme töreni! Arılar toplu olarak kovandan çıkmaya başladılar. Biz de elimize aldığımız iki taşı birbirine vurmaya başladık.”Taş çatlatmazsan uçar giderler “demişti dedem. Bir dala konup orada oğul çıkardılar. Koşa koşa Tos Veli dedeyi çağırmaya gittim. O da tembihliydi, hemen geldi. Oğul çıkaran arılar kaçmasın diye bıçkıyla arıların olduğu dalı kesti, kovanın içine getirip bıraktı. Tehlikeli görev başarıyla tamamlanmıştı. Derin bir nefes aldık. Büyükler döndüğünde onlardan övgüler bekliyor, kendimizle gurur duyuyorduk. Dedemin onaylayan bakışları, Elif Anamın sevgi dolu kucaklayışı her şeye değerdi. Artık oğul çıkarma törenlerinin başkahramanları olmuştuk. Geneviz nedir, onu bile öğrendik. Ne mi? Senede üç oğul çıkaran arıların en işe yaramazı, bal yapmayan arılar… En çok da onlar vızlarlar.
“Bal yapmayan arılar gibi olmak yerine üretmek gerektiğini, çevresine zarar verenlerin üretme gücünden yoksun olduğunu öğrendim.”

Elif Ana bize yine dersimizi vermişti. O günden sonra arıların en yılmaz bekçileri olduk. Ne de olsa onları çoğaltmıştık, bir daha azalmalarına izin verir miydik?
Çocukları cezalandırmak yerine doğru olanı göstermek gerek. Hatalarını iliklerine kadar hissetsinler. Vicdanlarının varlığını unutmasınlar. Vicdan sahibi olandan korkulmaz çünkü.

-Elif Ana, ben İlhan abimle evleneceğim.
-Tövbe de.
-Neden?
-İnsan abisiyle evlenir mi?
-Ama ben onu çok seviyorum.
-O başka…
-O, beni çok güldürüyor. Onunla evlenmesem de beni güldüren biriyle evleneceğim ben.
-Öyle yap o zaman.

En büyük isteğim İlhan ağabeyimle evlenmekti. Onunla evlenirsek hayat çok güzel olacaktı. İpe sapa gelmez her şeye gülecek, camiye gizlice girip şaklabanlık yapacak, komşu bahçelerden meyve çalacak, akşama kadar çamurlarda debelenecek, karıncaları yerin altına gömecek, gizlice mutfağa girip daha yeni yapılmış yoğurttan avuç avuç yiyecektik. Hayat onunla ne eğlenceliydi!
Eğlenceye diğer kuzen Rıdvan da katıldı mı ekip tamamlanırdı. Rıdvan’ın her yaptığına gülerdik. Onun güldürmek için çaba göstermesine gerek yoktu, bizim gülmek için gerekçeye ihtiyacımız olmadığı gibi. İnsanın en temiz ve en içten dönemi çocukluk… Çocukluğumun en güzel hediyesidir kolay gülebilmek, güldürebilmek…
Rıdvan bize sure öğretirdi. Biz de büyük bir gayretle öğrenmeye çalışırdık. Dini bütünlükten değil, bunun ardından da komik bir şey gelir mi diye! Gelirdi de. Bizi camiye götürürdü Rıdvan, caminin kapısını açmak hiç de zor değildi. İçeri korkuyla karışık bir heyecanla girerdik. İnsansız köyün, camisi de ıssız olur. Rıdvan imam olurdu, biz de cemaat…
-Ey cemaat!
-………….
-Dediklerimi tekrar edin.
-Tamam, imam efendi.
-Sübhaneke
-Sübhaneke
-Sümbül teke
-Sümbül teke
Kahkahalar, kahkahalar…
Rıdvan gene ciddileşirdi.
-Ey cemaat!
-Söyle imam efendi.
-Dua ediyoruz, tekrar edin. Allahım, biz çocuğuz, günah yazma. Âmin!
-Allahım, biz çocuğuz, günah yazma. Âmin!
Günah korkusu bizi huzursuz eder, camiden çıkardık Sanırım caminin de bizden başka ziyaretçisi yoktu.

Bizim köy insansızdı ama her köyde olduğu gibi bir delimiz vardı. Elinde akordu bozuk bir bağlamayla akşama kadar türkü söylerdi. Türkü hep aynıydı. O yüzden belleğime çakılı kaldı.
Yağmur yağar buz gibi,
Eriyorum ben çürük duz gibi
Gocan ile geçincemen yok ise
Boşan da gel gabulümsün gız gibi
Anadolu insanı ne yaratıcı… Sansürü, gizlisi saklısı, ayıbı yok. Türkülere dökmüş yüreğini. Kimse yadırgamaz türkü sözlerini. Anlattıkları, yaşadıklarıdır çünkü.
Söylenenlere göre bizimki evli bir kadına âşık olmuş. Kadın da mutsuzmuş, buna gönül vermiş. Ama kurulu düzenini bozmamış, ayrılamamış kocasından. Adam olanları duyunca sineye çekmiş, karısını da alıp gitmiş köyden. Bizimkinin de aklı gitmiş. O gün bugündür elinde sazıyla öylece gezer olmuş. Bu hikâye beni üzerdi. Aşk herkesi kırmıştı. Ama onlar vurup kırmak yerine sessizce değiştirivermişti yaşamlarını. Batı’da töre yok. Törenin adı “sevgi”.

En çok damın ucundaki tuvaletten korkardım. Gaz lambasıyla gidilirdi tuvalete. Hemen yandaki ceviz ağacının gölgeleri düşerdi dama. Üç buçuk ata ata ihtiyaç gidermek biraz zor olsa da gözümü kapatır, dualar okur, sonra fırlardım içeriye. Canavarlar, hayaletler bir kez daha arkada kalır, bana kahkahalarla gülerlerdi.”Şimdi kaçtın fakat ölümün bizim elimizden olacak. Hah hah ha!”Kaç gece yatağın içinde dönüp durduğumu hatırlarım kimseyi uyandıramadığımdan. Canavarlara yem olmamak için kıvranır, sabahı sabah ederdim.


……………………………………………………………………………………

Yıllar acımasızca geçiyor. Çocuk kalmadım, büyüdüm. Elif Anam da yaşlandı, evlatları bakıyor. Dedemi kaybedince bir daha kendine gelemedi. Hafızası da terk etti onu dedemin ardından. Anneanneme annemler bakıyor. Ben de bir süreliğine annemlerdeyim. Elimde bebeğim, yanımda Elif Ana…

-Gızım, sen bu evin gelini misin?
-Elif Ana, beni hatırlamadın mı? Ben torunun.

Dikkatlice bakıyor bana.
-Yok canım.

Çok komik bir şey söylemişim gibi kahkahalar atıyor.

-Hani hatırlar mısın, her tatilde köye gelirdim. Kıvırcık, kınalı saçlı...

Gözleri bulutlanıyor.

-O,sen değilsin.
-Benim Elif Ana.
-Değilsin. O,bi başkaydı.

Düşüncelere dalıyor.

-Gızım, sen tanıyor musun gınalımı?

Boğazımda düğümler...

-Hı hı...
-Çok torunum var benim. Ama o, bir başkaydı.
-Nasıldı?
-Onun gönül gözü açıktı. Çok akıllıydı. Büyük adam olmuştur o.

Hafızası kimi zaman çok aydınlık, kimi zamansa dipsiz bir kuyu... Olmadık ayrıntıları hatırladığı gibi, kızını tanımadığı oluyor.
Kimi zaman içleniyor, dertleniyor, kendi kendine konuşmaya başlıyor. Fazlalık gibi görüyor kendini, bu dünyaya yük gibi…

-Gelin gız, Allah unuttu beni.
-Tövbe de, Elif Ana.
-Unuttu işte, unuttu!

Allah bütün yaşlıları almıştı yanına, bir onu unutmuştu. Allah onu, o da geçmişini hatırlamaz olmuştu. Sadece geçmişini mi?

-Gızım tuvalet nerdeydi? Bi zahmet götürüver beni.

Dağı, bayırı, uçan kuşu bilen Elif Ana, tuvaletin yerini bilemiyor. İçim acıyor.

-Dedemi hatırlıyor musun?
-Öldü diyorlar. Yalandır o da.

Ona söylenenleri yalan zannediyor, inanmıyordu.
-Neden?
-Bi garı bulmuş, gitmiştir.

Hepsi doğruydu, kabul edilmesi zor doğrular. Dedemin öldüğünü kabullenemiyordu. Doğruları kabul edemeyen beyni ona böyle bir oyun oynamıştı. Her şeyin yalan olduğunu düşünmek ona kolay gelmişti. Herhalde hayat boyu dedemin bir başkasına gideceği korkusunu taşımıştı. Ona göre, kocasının birini bulup gitmesi ölmesinden daha iyiydi. Çünkü ölüm yokluk demekti, sonsuz bir boşluk demekti.

Elif Anayla çok mutluyuz. Çok şeyi değişti, gülen yüzü hiç değişmedi. Diğer yaşlılar gibi şikâyet etmek yerine kahkahalar atıp bizi şenlendiriyor. Geçmişi unuttuğu için onun yükünü de taşımıyor. Bizim varlığımızdan da hoşnut, sürekli gözü kulağı bizde. Yaşlılık zor! Annem “Yaşlılara rağbet yok”derdi. Geleceği yok onların. Geçmişleriyle yaşıyorlar, ömür muhasebesi yaparak geçiriyorlar son demlerini. Demlenip acımış bir çay gibi yaşlılık. Buruk, acı, soğuk… Yaşlılık seyretmek demek yaşamı. Elif Ananın seyirliği de bizdik.
Kanepenin üstünde tespih çekiyor. Perdeyi takıyorum, sendeledim, düşeceğim. Paniğe kapıldı Elif Ana.
-Gelin gız, üstüme düşeceksin. Öldüreceksin beni.
-Hani ölmek istiyordun Elif Ana?
Cevap yerine ters bakışlar… Anlıyorum içinden neler geçirdiğini. Uzun dilli gelin, diyordur bana… Eeee, can tatlı, hayat güzel… Bir ikilemdi hayat. Elif Ana da tam ortasında…

-Kaç yaşındasın Elif Ana?
-Ben mi?

Bir bakış, bir düşünüş, bir dalış…

-Dünya kurulduğundan beri yaşıyorum.

Elif Ana, çocukluğumun aydınlık yüzü oldu. Şimdi, onu ne zaman hatırlasam ardıç kuşlarının sesini duyarım, pınarların şırıltısı gelir kulağıma, şalba* kokusunu alırım savrulan rüzgârla! Ne zaman bir ayrılık yaşasam içimdeki sızıyı, Kökez’den ve Elif Anadan ayrılırken duyduğum sızıya benzetirim. Yaşamıma bunca şey katan Elif Anayı hep yanımda, yüreğimde hissederim.


MART-TEMMUZ 2008


*İş kesmek:Eziyet etmek,huzursuz etmek
*Şalba: Akdeniz’de yetişen bir tür adaçayı

6 Kasım 2009 Cuma

AŞKIN İLK SOLUĞU, MANTIĞIN SON SOLUĞUDUR



Yüzyıllardır aşk üstüne yazıldı, çizildi. Yazmayan, yorum yapmayan, söz söylemeyen kalmadı. Hala söylenecek şeyler var ki aşka dair, yazmaya devam ediyor insanoğlu.

Kimi yürekten inanır aşkın varlığına,bazıları reddeder sonuna kadar. Faulkner gibi bir üstadın “Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu, yoksa belki de başka yerde yaşayamayacaktı.”demesi aşka olan inancı azaltıyor. Koskoca Faulkner’in bir bildiği vardır elbet diyorsunuz. Gerçek aşka inanmayanların sarılacağı bir söz.

Ya “Bir aşkı, başka aşk söndürebilir.”diyen Mevlana, insanı ümitsizliğe sürüklemiyor mu? Aşkın engin bir deniz olduğunu biliyor Mevlana. Bizi, o meçhul dalgaların bir kıyıdan diğer kıyıya çarpacağı konusunda uyarıyor bilgece.

“Ben sende bütün aşklarımı temize çektim”diye son noktayı koyuyor Murathan Mungan. Temize çekmek, bütün aşkları hem de… Demek ki faniler aşktan yorulmuyor; demek ki hep en başa dönüp, daha önce hiç yaşamamış gibi âşık olabiliyor. Demek ki aşk ile ümit kol kola geziyorlar.

“Aşk her şeyin başlangıcı, ortası ve sonudur”sözünü söyleyen düşünür biraz kafayı karıştırıyor olsa da kendi tanımınızı buluyorsunuz zaman içinde; hatta tanımlarınızı.

Güvendiğin bir omuza bırakmaktır kendini aşk.
Aşk, çabucak tüketmemektir.
İçindeki hoş kıpırtıların, başını döndüren uğultusudur.
Aşk, maşuku değil görmek adı anıldığında bile yürek çarpıntını durduramamaktır.
Aşk, aramaktır, ömür boyu aramak; bulamayacağını bile bile…
Dokunmaktır aşk; kendine dokunur gibi dokunmaktır.
Bir ince sızıdır aşk; sol yanında, hiç geçmeyen…
Aşk, eşsiz olduğunu, biricik olduğunu hissetmektir.
Aşk, tam da sen “o,ne yapıyor”diye düşündüğün an çalan telefonda gördüğün isimdir.
Yenilenmektir, evrilmektir aşk; yaşsız olmaktır.
Aşk yakınlık, sıcaklıktır; içtenliktir.
Sonsuzca güvenmektir aşk, annene güvenir gibi.
Aşk, mantıkla yüz yüze gelip ona sırt çevirmektir.
Bir yıldırım gibi çarpar aşk; nasıl, nerede çarpıldığını bilemezsin.

"Ah mine'l-aşk" desek de ey aşk; yanımızdan geçip gitme, bizi sensiz bırakma.

İLKAY GÖKÇEN
6 KASIM 2009

30 Ekim 2009 Cuma

EVLİLİK MASALI



Evliliği sorgulamak haddimize düşmez. Bu kurum içinde iyi kötü yuvarlanır gideriz. Tabi yuvarlanırken başımızı taşlara vurmamız, kan revan içinde kalmamız, uçurumlardan aşağı düşmemiz de mümkün… Bunları göze alacaksın evlenirken.

Evlilikle birlikte davranışlar değişmeye başlar, diyaloglar da öyle. Tabi ilk yılların aşk sarhoşluğunu saymazsak… Aşk sarhoşuyken yaptıklarımızdan sorumlu değilizdir. O sarhoşluk varken serde, evli çiftlerin hiçbir uyarısına kulak asmayız.


-Aşkım, seni çok seviyorum.
-Hayır, hayır. Ben seni daha çok.
-Mümkünü yok benden fazla sevemezsin.
Konuşmalar bu minvalde devam eder. Hatta bu sevip sevmeme konusunda hoş küslükler de yaşanabilir.


-Kızım, eşinle tadınız yok gibi…
-Küstük anne.
-Neden yavrum?
-Beni, benim onu sevdiğimden daha çok sevdiğini söyledi.
-Eeeeeee?
-Ben de kabul etmedim.
-Eeeeeee?
-İnatlaştık, küstük.
-Kızım bırak seni daha çok sevsin. Ne yapacaksın daha çok sevip? Hem erkekleri fazla şımartmaya gelmez. Öyle seviyorum meviyorum deyip durma. Ayıp.
-Nesi ayıp anne ya?
-Eskiden sevmek mi vardı?
-Ne yani, sen babamı sevmiyor musun anne?
-Seviyorumdur herhalde, birlikte yaşadığıma göre. Ama zırt pırt seviyorum deyip yılışmıyorum.
-Anne ya! Sen bana yılışık mı diyorsun?


Buyurun işte! Anneyle de küsüldü.
Gördünüz mü küslüklerin hiç bitmediği bir süreç. Bu tarz küslükleri saçma bulanlar içlerinden söylenirler.”Ben görürüm sizi, üç-beş seneye kadar. Hatta o kadar bile sürmez. Birbirinizi yiyeceğiniz günler yakındır.”


Sevgililerin özel bir dili olmuştur hep. Anlamsız diyaloglar, birbirini bebeği sever gibi sevmeler, birbirlerine taktıkları adlar… Bunlar, sevgili olmanın şanındandır. İki metrelik bir erkeği”minik kuşum”,kapılardan sığamayan hatunu “böceğim”diye seven iki insanı başka türlü nasıl anlayabilirsiniz ki? Sonradan bu minik kuşa bir tartışmada “deve” ;böceğe de “tombul tavuk”biçimindeki yakıştırmalar; hayvan adlarının ilişkide hala geçerli olduğunu gösterir bize. Yalnız biraz evrim değiştirmiştir.


Âşıkken gözümüze batmayan nice şey, evlilikte vakti saati gelince gözümüzü oymaya başlar. Aşkın gözü kördür, evliliğin gözü apaçık…
-Şapırdatma ağzını Osman. Şimdi komşular gelecek.
-Neden geleceklermiş?
-Konsere.
-Ne konseri?
-Ağzından o kadar garip sesler geliyor ki ,”Osman Bey oda orkestrası tutmuş. Hadi dinlemeye gidelim” diyecekler.
-Saçmalama be kadın!
-Be kadın mı? Be kadın olduk şimdi dimi? Prensesim derdin sen bana.
-Hadi ya, ne zaman?
-Hüüüüüüü
-Noldu ya, gene ne yaptık? Ağız tadıyla bi yemek yedirtmiyor şu kadın bana. Vır vır vır vır, dır dır dır dır…
İşte sonuç budur. Belki Osman doğdu doğalı ağzını şapırdatıyordu, ama bunun evlilikle birlikte farkına varıldı.


Yıllar yıpratır birliktelikleri. Tabi sosyolojik boyutunu da hesaba katmalı işin. Aynı evi paylaşan iki insanın anlaştığı nerde görülmüş? Sadece sevgili değil: iki kardeş, iki arkadaş da aynı evi paylaştıklarında aynı hazin sona ulaşıldığı görülmüştür. İki farklı insanı aynı eve tıkarsanız olacağı budur. İnsanlar bunalıp birbirini yemeye başlayacaklardır doğal olarak. En güzel aşk, farklı evlerde otururken yaşanandır. Tatlı gelir, gizemlidir, özlem doludur. Geceden sabaha özlenir sevilen; her yaptığı, her dediği akla gelir, sabahlar olmaz bir türlü...


Evlenildiğinde ise boyut biraz farklılaşır. Gene sabahlar olmak bilmez, ama sebebi tektir. Horlama… Kimi zaman gök gürültüsü, kiminde uçak kalkışı, bazen de sinek vızlamasına benzeyen sesler arasında uyuyabilirsen uyu bakalım. O özlem dolu geceleri özlemle anarsın.


Âşıkken telefonla görüşmeye de doyum olmaz. Âşıkların faturaları hep kabarıktır. Evliler ise “çok yazar”diye mümkün olan en az kelimeyle konuşurlar. Hatta evli çiftlerin telefonu açtıklarında en çok söyledikleri sözün ”ne var?”olduğu tespit edilmiştir.


Çocuk yetiştirirken de bin türlü hırgür yaşanır evli çiftlerin yaşamında. Âşıkken ısrarla sevgilisine benzemesi istenir doğacak çocuğun.
-Sana benzesin, her baktığımda seni göreyim manolyam.
-Hayır. Sana benzesin, huyu suyu, bakışı, duruşu... Bir kez daha âşık olayım sana bir tanem…

Yine ısrarlar edilir, karşı tarafa iltifatlarla gönüller hoş edilir.
Çocuk doğar, büyür. Baba ya da anne birbirine kızdığı an çocuktan çıkarır hıncını. Tabi olan çocuğa olur. Çocuk hiçbirine benzemediğini; sütçünün, sucunun, tüpçünün çocuğu olduğunu düşünmeye başlar.
-Kör olmayasıca, aynı babası… Aynı saygısız sözler, aynı bakış…
-Şuna bak, aynı annesi. Ne istekleri bitiyor, ne çenesi kapanıyor.


Özel günler sevgiliyken özel ve güzeldir de, evliyken çileye dönüşmeye başlar.
Erkek bütün günlerin kadınlara özgü olduğunu düşünmeye başlar, hediye almak bir eziyet haline gelmiştir onun için. Belli bir süreden sonra ise anneler gününü bile reddetmeye kadar vardırır işi.”Sen benim annem değilsin ki! Annem olsan hediyeni alırdım”Bu, son noktadır kadın için. Kılıçlar çekilmiştir. Kadın da bir amazon edasıyla elinden geleni ardına koymayacaktır. İstediği tek taş yüzüğü almamak için sosyal içerikli bir bahane bulup”Hayatım, Kanlı Elmas filminden sonra pırlanta istemeyeceğini düşündüm.”diyen bir koca, artık başına geleceklerden korkmalıdır. Kadın da farklı değildir. Kocasına sürekli kravat, gömlek almaktan gına gelmiştir. Yılbaşında ona, kırmızı bir Noel babalı don alarak öcünü alır. Hediye faslı ebediyen kapanır.

Çocuk yetiştirmek de başlı başına bir sorun haline gelir demiştik. Çiftlerden her biri eşi bulunmaz anne-baba olduğunu düşünür.Diğerinin her yaptığını eleştirir.
-Hayatım,şimdi o yedirilir mi çocuğa?
-Neden yedirilmezmiş?Yemenin saati mi olurmuş?
-Elbette saati var.
-Peki,çocuktan sorumlu devlet bakanı.Bundan sonra sana dilekçe vermeden bir şey yapmam.Her şeyin en iyisini sen biliyorsun ya!
-Tabi ki çok şey biliyorum.Az kitap okumadım ben bu çocuk için.
-O kitaplarda “Babayı çocuğa sakın yaklaştırmayın”mı diyordu?
-Hayır. Yemek saatinde çocuğa sürpriz yumurta yedirmeyin yazıyordu.
-Yarın bir kamyon sürpriz yumurta, bir kamyonet de toy boks getirmeyen ne olsun!
-Allah akıl fikir versin sana!
-Kendine dua et sen!

Çocuk büyütmek zorlu bir süreçtir. Hırpalar. İlgisiz eşler ise en çekilmeyenidir.
-Refik! Çocukla biraz ilgilensene.
-Neden, sen ne yapıyorsun?
-Ben bir şey yapmıyorum canım da, çocuk sana yakında amca demeye başlayacak. Baba olduğunu bi hatırlat istersen!
-Çocuğum, gel Refik amcanın yanına bakayım. Beni tanıdın mı?

Zevkler de çarpışmaya başlar bir süre sonra. Önce mümkün olan bütün saygı gösterilir kişisel zevklere. Sonra saygının yerini sataşma alır.Belki ilkin birbirinin hatırı için istemediğin aksiyon filmine gider, kendini kıyasıya bir kavganın orta yerinde bulursun. Ya da romantik komediye gidip salak âşıkların uzayıp giden diyaloglarını izlemek zorunda kalabilirsin. Sonraki konuşmalar:
-Bıktım senin şu türkü sevdandan. Ne zaman dışarı çıksak türkü bara götürmeye kalkıyorsun beni.
-Rahatsız olduysan gelme bir daha…
-Tamam, gelmeyeyim ama ya türkü dostu bir bayan arkadaşla tanışırsan…
-Senin hayal gücün ne kadar kuvvetli! Roman yazsana…
-Yazacağım, evlilikteki hayal kırıklığımın romanını yazacağım.
-Sen bana laf sokacağına operaya baleye falan gitsene… Belki kendine gelirsin.
-Laf atma gene operaya, baleye… Sanat düşmanı…
-Halkı küçümseyen küçük burjuva…
-Halka inmeyi başaramayan eski devrimci. Sen türkü barlarda halk için türküler söylerken, millet açlıkla pençeleşiyor. Pabucumun halkçısı…
-Bak sana bir türküyle cevap vereyim.
Sanatın bu kadar yerden yere vurulduğu diyaloglar,sadece evlilik kurumunda mevcuttur.Ne yapılacak?Sanata saygı için gerekirse evlenilmeyecek.

Erkeğin gazete okuyup dünyayla bağını kesmesi, televizyondaki haberleri –hem de tüm kanallardaki-seyretmesi, futbol dünyasının bütün gereksiz tartışmalarını hiç kaçırmadan izlemesi kadının hasta olduğu bir durumdur. Cesaretli bir amazon, bu durumda biraz da olsun tepkisini gösterebilmek için elektrik süpürgesiyle bir cengâverliğe girişir. Özellikle televizyonun önünde çalışmaktadır ve süpürge maksimum hızdadır. Akıllı bir erkek, böylesi bir yiğitlik karşısında tepki göstermek yerine şapka çıkartmalıdır. Karısının ne kadar sinirli olduğunu anlayıp alttan almalı, bir süreliğine Ermanla Şansaldan ayrı kalmayı göze almalıdır.

Evliliğin bunca tantanasına rağmen dışarıya hiçbir şey belli edilmez. Herkes mutlu ve huzurlu yuvasında sessiz sakin bir yaşam sürüyor zannedilir. Hele bir bekâr görülsün derhal sorgulanır; neden evlenmediği sorularak canından bezdirilir, evliliğin kerametleri anlatılır. Evliliğin bir statü meselesi olduğu düşündürülür. Evliyseniz koruyucu bir zırhınız vardır. Özellikle işyerinde herkes size mesafeli davranır. Çünkü siz evli ve saygıdeğersinizdir. Kimse size asılamaz, yılışamaz. Evliysen ister mutlu ol istersen cehennem hayatı yaşa bunun bekâr olmaktan çok daha iyi olduğu kafalarımıza kazınmıştır çünkü.

Aslında bunun sebebi kıskançlıktır. Evliler, bekârları kıskanırlar. Bekârlar sorumluluktan uzak, rahat bir yaşam sürerken, sadece kendini düşünerek yaşarken evliler ne yapmaktadır? Kendi ayakkabısı su aldığı halde eşi için ellinci ayakkabıyı almakta, çocuğunun bininci bebeğini ya da topunu almak için çarşı pazar dolanmaktadır. Evliler bu kuruma zarar vermemek, laf getirmemek için onca gayret sarf ederken bekârlar ne yapmaktadır? Lingir lingir gezerek, eğlenerek, canının istediği saatte yatıp kalkarak gününü gün etmektedir. Hiç uykusuz kalmamıştır, hiç bebek bezi değiştirmemiştir, başkasını düşünerek isteklerinden feragat etmemiştir. Bekârların bu umarsız yaşamı, evliler üzerinde bir baskı oluşturur ve kıskançlık yaratır. Derhal bütün bekârlar buluna ve boynu vurula! Pardon evlendirile!

İki bekâr kadın bir araya gelince neden evlenemediklerini, nerede hata yaptıklarını, karşılarına çıkan yanlış insanları konuşur. İki evli kadın ise nefes bile almadan kocalarını çekiştirir. Ta ki biri diğerininkine laf atana kadar… O zaman iş, boyut değiştirir. Yerden yere vurulan eşler, düştükleri en dip noktadan kaldırılmaya çalışılır. Aslında ne iyi eşler oldukları, sorumluluklarını hiç aksatmadan yerine getirdikleri, baba olarak eşi bulunmazlıkları anlatılır. Ne kadar gerçekçi olursa artık… Görüldüğü üzere kadınların medeni durumu ne olursa olsun esas sohbet konuları hep erkeklerdir. Erkeklerin hiç umursamadığı, önemsemediği konular derinlemesine irdelenir kadınlar tarafından. Ayrıntıcıdır kadın dediğin; içini dışını ayrıntısıyla anlatmayı sever. Erkeklerden de böylesi bir davranış bekler. Erkeklerin doğasında da ayrıntı yoktur. Düz bir mantık sergiler her olayda; o yüzden kadınlarla anlaşamaz erkekler.

Erkekle kadın zamanla –evlilik kurumu içinde- birbirine olan saygısını da yitirmeye başlar. Önceleri birbirine kıyamayan çift, birbiriyle kıyasıya bir mücadeleye girişir. Karşılıklı olarak oldukça şık sözler söylerler partnerlerine. Literatüre geçmiş midir çoğu bilmeyiz ama bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
-Beyninin büyüklüğü kuş kadar olmasaydı söylediklerimi anlayabilirdin belki.
-Senin genetiğinle mi oynadılar? Doli gibi oldun sen. İnsan bu denli değişir mi?
-Senin olayın bitmiş güzelim. Uçmuşsun sen.

-Gidip senin gibi hımhım balık burcuyla evleneceğime dengeli bir teraziyle evlenseydim keşke.
-Ben de senin gibi bir akreple evlenip her gün kendimi sokturacağıma hanım hanımcık bir başakla evlenseydim hiç fena olmazdı.
-Benimle emir kipiyle konuşma.
-Ah canım benim. Hangi kiple konuşmamı istersin? Gereklilik, istek… Türkçeyi biliyormuş gibi konuşuyor. Konuşma fukarası…

-Yalan kuyundan başka hangi yalanları çıkaracaksın bakalım.

-O kadar okumuşsun ama anlama yeteneğin gelişmemiş. Sen nasıl mezun oldun, torpille mi?

-Sen eskiden de bu kadar yüzsüz müydün yoksa yüzünü yeni mi kaybettin?

-Seni dışarıdan gören bir şey sanır. Dışına bak yeşil türbe, içine bak estağfur tövbe…

-İlkokula giden bir çocuk bile benim söylediğimi anlar, sen ondan bile acizsin.

Bekârken yeni çıkan kitaplar, yeni açılan barlar kafeler ilgiyi çeker. Evliyken hele de çocuğunuz varsa bebek giysileri, oyuncaklara takılır gözünüz. Bekârların en dayanamadığı şey evli olanların koca ve çocuk muhabbetleridir.”İyi ki evlenmiş, buldumcuk olmuş.”düşüncesi geçer kafanızdan.”Kocacım, karıcım” sözü bekârların en tiksindiği sözdür, evlenince böyle dememeye yemin edersiniz. Evlenen kadınların kimi ifadeleri de değişir. Çocuğunun dişleri çıkar. Çıkan çocuğun dişleridir ama ifade çoğuldur.”Dişlerimiz çıktı teyzesi””Çok gazımız var”.Baba eve gelir.”Babamız geldi.”Baba kimindir, belli değildir. Bu tür durumlarda bekârların bu sözleri söyleyenlere tip tip baktığı görülür. Ve yine büyük yeminler edilir. Hemen evli olanların yanından kaçılarak bekâr biri bulunur ve dertleşilir. Bu dertleşmenin sonunda bekâr olanlar birbirine hep aynı soruyu sorar”Biz ne zaman evleneceğiz?”

Bir de bitmez tükenmez ev eşyaları derdi, yemek tarifleri, eften püften sorunlar… Dünyadaki savaşlar, açlık, felaketler, küresel ısınma bir yana; yeni pasta-börek tarifleri, salona alınacak sehpa öbür yana… Hayattaki en önemli şey akşama ne yemek yapılacağıdır. Ne zaman dünyadan, ülke sorunlarından, kötü giden ekonomiden, politikadan bahsetseniz karşı tarafın ustalıkla lafı çocuğun okul masraflarına, kocasına getirdiğini fark edersiniz. Ya bir yemek tarifiyle konuşmayı istenen doğrultuda devam etmeniz yahut “Baydınız bayanlar” deyip ortamı terk etmeniz gerekir.

Evlilerle bekârların dünyası çok farklıdır. Pardon gezegeni… Farklı gezegenlerden gelen yaratıklar gibisinizdir.
-Aaa, sizin Uranüs’te demek böyle şeyler yaşanıyor. Biz Neptünlüler bu tür şeyleri bilmeyiz. Ne kadar ilginç!
Sonra gezegenler arası transfer yaşandığında –yani evlendiğinizde-Uranüslüler gibi davranmaya başlarsınız. Eleştirdiğiniz her şeyi yapmaya başlarsınız. Hiçbir zaman bekârlık yaşamamış gibi devam edersiniz hayatınıza.

Âşıkken kedi gibi yanınızdan ayrılmak istemeyen partneriniz evlendikten sonra sizden köşe bucak kaçmaya başlar. Tabi cicim ayları geçtikten sonra… Birbirini tuvalet kapılarında bekleyip “Özlüyorum seni çabuk çık.”diyen çiftler Uranüs sürecinde, aynı evin içinde saatlerce birbirlerini görmeseler bile merak etmezler. Banyoda zehirlendi mi, balkon yıkarken kayıp kafasını çarpıp düştü mü, öbür odada neler yapıyor hiç merak etmezler. Aynı evde yaşamanın ürkütücü sonuçlarıdır bunlar. Aynı çatı altında yaşayan iki yabancı olursunuz zamanla, başka evlerde yaşayan iki sevgili, âşıkken…

Âşıkken hayrandır size sevdiğiniz. Her yaptığınız, her konuştuğunuz olağanüstüdür. Hiçbir şeyiniz, hiçbir kimseninkine benzemez; bambaşkasınızdır. Kendinizi matah bir şey sanırsınız. En iyi anne yahut baba, en iyi eş, en mükemmel aşçı, en sorumlu baba, en güzel kadın, en yakışıklı erkek, en en en… Evliliğin yıpratıcı sürecinde ise sevdiğinizin gözünde giderek sıradanlaştığınızı fark eder, şaşırır, incinirsiniz. Çünkü insanlar elde ettiklerinin; yanında, dibinde olanların ne kadar değerli olduğunu görmez olurlar. Evliliğe has bir körlüktür bu. Eğer geçici bir körlükse sorun yok; kalıcıysa tehlikeli… Kalıcıysa çünkü gözler dışarıya çevrilir. Mükemmel olan dışarıda aranmaya başlanır. Bulmak da kolaydır. Çünkü arayanların sayısı bir hayli kalabalıktır. Eeee, arama-bulma dünyası… Bu kalabalıkta illa ki bir “mükemmel” bulunur. Eşi anlayışsızdır, öteki anlayışlı; eşi uyumsuzdur, diğeri uyumlu; eşi çirkindir, diğeri güzel; eşi asık suratlıdır, öteki güler yüzlü; eşi onu beğenmez diğeri hayrandır; eşi dırdır eder öteki över. Örnekler uzatılabilir ama bunun literatürdeki adı “aldatma”dır. İşte bir evlilik için en son ve yıpratıcı nokta.

İçerideki kirli donları yıkamış, kirli çorapların düzünü çevirerek kirliye atmıştır. İçeridekiyle kirlileri gelişigüzel yerlere atma konusunda tartışılmış fekat dışarıdakiyle denizlere gidilmiş engin maviliklerde kulaç atılmıştır. İçerideki Sezen Aksu hayranı arkadaş, internetten indirilen şarkılarla oyalanmış; dışarıdaki bizzat, canlı canlı Sezen Aksu konserine götürülmüştür. İçerideki gönlün dışına itilmiş, dışarıdaki baş tacı edilmiştir. İçerideki bunu hak etmemiş, hazım da edememiştir; dışarıdaki zafer kazanmış edasıyla dolaşmıştır. Sonunda kim kazanmıştır o bilinmez ama kendisini kandıranlar kaybetmiştir. Karşısındakini kandıranlar da –ya da kandırdığını zannedenler-ebediyen, bir daha hiç kazanmamak üzere kaybetmişlerdir.

Evlilik sorun yaratılan bir kurum değildir. Sorumlulukların alındığı bir kurumdur. Eğer birincisine daha yakınsanız evlilikte tehlike çanları çalıyor demektir.” Duydunuz zilin sesini, yarışma başladı. İTİŞME adlı yarışmamız başladı.” Bu yarışmaya katılacaksanız şimdiden söyleyelim: Kaybettiniz.

Evlilik bir masaldır. Kendinizi eşi bulunmaz prens ya da prenses gibi hissediyorsanız tabi tadından yenmez. İyiler hep kazanır, mutlu olur; kötüler yenik düşer.

Evlilik olsa olsa bir masaldır, bize yıllardır anlatılan bir masal… Olağanüstü, hayal ürünü, avutmak, uyutmak için anlatılan bir masal. Hangisi olduğunu zaman da yaşam da size gösterecektir.

Demiştik ya başta, evliliği sorgulamak haddimiz değil. Herkese iyi yuvarlanmalar dilemekten başka ne gelir elden?

Ne der ünlü şair: “En doğru masal, anlamadan korktuğumuzdur”

Masallardan korkmayın! Yaşayın! Her ne şekilde biterse bitsin!

İLKAY GÖKÇEN
13 TEMMUZ 2008-EKİM 2008

29 Ekim 2009 Perşembe

SAĞANAK


“Onsuz nasıl yaşarım? Yaşanır mı o olmadan? Onun olmadığı bir dünyada yönümü kaybederim. Elsiz yaşanır mı, kolsuz, ayaksız, ruhsuz, bedensiz? Görmeden, duymadan yaşanır mı? Onu kaybedersem nefesim de gider onunla... Nefes alamam. Onsuz yapamam, bilemem o olmadan nasıl yaşanacağını.”

Genç kadın bankta oturmuş bu duygularla baş etmeye çalışırken çevresindeki hayat devam ediyordu. Can pazarıydı hastaneler. Ambulanslar gelip gidiyor, sedyeler büyük patırtılarla getiriliyor, hastalar indiriliyor, koşarak götürülüyordu acile. Panik, telaş, haykırışlar... Başka ses duyulmuyor gibiydi. Hiç mutlu olan yok muydu, derdi olmayan, normal olan, yaşamının terazisi bozulmadan yaşayan? Bir hemşire takıldı gözüne, elinde fincanıyla içeri giriyordu.

“Kahve içiyor galiba, yüzünde mutsuzluğa dair hiçbir iz yok. Tek düşüncesi nöbetinin ne kadar yoğun geçtiği olmalı. Bütün Ankara bugün buraya gelmiş gibi, diyordur içinden. Göre göre acıları, katılaşmıştır. Bizler hasta sahibiyiz, acılıyız, dertliyiz, beklentideyiz. Onun derdi de bu nöbeti bir an önce savmak sanırım. Ertesi gün yatırılacak faturalar, kuaför, dinlenme, uykuyla kucaklaşma... Onun en büyük derdi bu, benim ise...

Kadının, çevresini seyreden gözleri küçülmüştü. Anlamsız bir ifadeyle bakıyordu etrafa. Yüzü kireç kadar beyazdı. Kızıl kıvırcık saçlarıyla kireç beyazı yüzü, tuhaf bir tezatlık yaratıyordu. Kızıl, canlılıktı oysa enerjiydi, yaşamın ta kendisiydi. O ise yaşamdan ne kadar kopuk, ne kadar uzak görünüyordu.

“Ne mutluyduk biz. Mutlu, coşkulu, yaşama sevinci dolu... Neşemizi kimse bozamazdı. Nehir gibi akardı gülmelerimiz, engel tanımadan akan bir nehir...”

Başka hiç kimseyle öylesine gülmemişti, sebepsiz, saçma sapan, görenin sinirini bozan gülüşmeler... Bakıştıkça gülerlerdi, çığırından çıkardı kahkahaları... Anneleri uyarana dek tabi... Anneleri o anlam yüklü bakışlarını çevirdiğinde üzerlerine, silkinirlerdi birden, duramazlarsa eğer başka odaya giderler, orada gülmeye devam ederlerdi.

Gülümsüyordu kadın. Ne yakışmıştı ona gülmek. Işıldamıştı yüzü, yanakları da hafif pembeleşmişti. Gülümsediğinin farkında bile değildi, yanından geçen genç doktor da ona gülümseyene kadar. Birden toparlandı. Geçmiş ne güzeldi. İçini aydınlatan, pırıl pırıl bir çocukluk geçirmişti onunla. Aralarında bir yaş vardı. İkiz gibiydiler kız kardeşiyle...

“Kızım ağır olun biraz, hanım olun. Gülmenizi duymayan kalmadı. Rezil ettiniz beni mahalleye. Neye gülünür ki bu kadar? Allah ellerin kızlarına akıl verirken benim çocuklar neredeydi acaba?”

“Çarşıda, derdi içinden. Çarşıda geziyorduk anne. Duyduk ki Allah akıl veriyormuş, koştuk fakat yetişemedik. Kapanın elinde kaldı. Biz de boş boş geri döndük anne. Kusura bakma, bu kadarıyla idare et artık.”

Böyle söylemek isterdi annesine, ama hiçbir zaman söyleyemedi. Çok bozulurdu bu söze. Çünkü aklını pek beğenirdi. İçinde döner dururdu kelimeler, hepsini içine akıtırdı. Annesi gidince de kardeşine anlatırdı, durmadan anlatırdı. O da hep dikkatle, hayranlıkla dinler, yorumlar yapardı. Kendini çok önemli hissederdi onun yanında. Biri için önemli olmak güzeldir; özel olduğunu, eşsiz olduğunu duyumsarsın. Yaşamındaki bütün insanlar kardeşi gibi olsun isterdi. Ona güvensin, onu beğensin, onu koşulsuz sevsin.

“Ruh ikiziyiz biz. Komik ve anlamsız gelirdi bana bu söz. Ama biz onunla büyürken ruhlarımız yan yanaydı. Birlikte büyüttük ruhlarımızı... Farklı bedenlerde tek ruh...”

Kalktı, kantinden çay aldı. Çaysız yaşayamaz, su yerine de çay içerdi. Fakat içmeyi bile unutmuştu sabahtan beri. İyi gelirdi ona çay, ilaç gibi. Başındaki o korkunç ağrıyı belki çay giderirdi.

Bir sağanak gibiydi anıları. Ansızın bastıran, insanı sırılsıklam eden, aptallaştıran zamansız, amansız bir sağanak...

“Oynadığımız oyunlardan başımız dönerdi. Doymazdık oyuna, annem bizi sokaktan getiremezdi. Erkek kedi bunlar, diye söylenirdi. Çağırmasan gelmeyecekler.”Eve gelince babamın kucağına atlardık, annemin hışmından kurtulmak için. Babam sever, okşardı bizi.
Kızlarıma laf yok, deyip kurtarırdı her defasında.”

Söze gerek yoktu çoğu zaman. Gözleriyle anlaşırlardı. Hiç konuşmadan birbirlerini anlarlardı. Birinin gözlerinden dökülen yaş, diğerinin yüreğine akardı. İkiz gibilerdi ama bir yandan da küçük annesiydi kardeşinin. Onu korur kollar, ona sahip çıkardı. Kardeşi de hayat boyu onun yoldaşı oldu. Düğününde, doğumunda... Bebeğini ilk kucağına alan oydu. Kızı okula başladığında onu ağlayarak sınıfa birlikte göndermişlerdi. Hiç ayrılmamışlardı. Tüyleri ürperdi birden. Hiç ayrılmamışlardı. Ya bundan sonra?

Yanında oturan kadına baktı. O kimi bekliyordu acaba kucağında burnunu çekip duran çocuğuyla birlikte? Çocuk ona, Hatice’yi hatırlatmıştı. Çocukluğunun sümüklü Hatice’sini... Çelimsiz, kara kuru ama bir o kadar da kuvvetliydi. Kardeşini hırpalayınca onu bir güzel dövmüştü. Dövmüştü dövmesine fakat yüreciğine de Gülsüm teyzenin korkusu düşmüştü. Eve gelip elini beline dayayarak kim bilir neler diyecekti annesine? Sessizce eve girmiş, okul çantasını almış, ufak çapta bir evden kaçma girişiminde bulunmuştu. Yalnız, fazla uzağa gidememişti. Yan sokakta iki bina arasındaki kuytuluğa saklanmış, çantasını kucağına alıp ödevlerini bitirmişti.“Evden kaçsan da ödevlerini bitireceksin.”Uykuya yenik düşmüş, kıvrılıvermişti olduğu yere. Neden sonra gürültüler, çığlıklarla uyanmış, bir el çekip almıştı onu o kuytu köşeden... Annesinin gözyaşları, kardeşinin suçlu ve mahzun, babasının ise şaşkın bakışları arasında eve getirilmişti. Yokluğunun üzüntüsü, kabahatinin de üstünü örtmüştü. En çok da buna sevinmiş, zaman zaman evden kaçmanın fena fikir olmadığına karar vermişti.

“Geçimsiz değildim, sadece adalet duygum fazlaca gelişmişti. Haksızlığa hiç gelemezdim. Hele kardeşime yapılanlara... Kendimi, onu korumaya adamıştım. Hemen göze batan, sürekli muhalefet eden, hırçın bir siyah civcivdim ben. Sarı civciv olup mutlu-mesut yaşamak yerine siyah civciv olmayı yeğlemiştim. Narin, kırılgan sarı civcivimi, kardeşimi nasıl koruyabilirdim başka türlü?”

Az önce gülümseyerek yanından geçen genç doktorun ona doğru yaklaştığını fark etti. Doktorun yüzündeki ifadeyi yorumlamaya çalıştı. Kaygılı bir ifadeyle bakıyordu bu genç gözler. Yüreğinin gümbürtüleri tüm sesleri bastırmıştı. Ne diyordu doktor, duyamıyordu. Dünya dönüyordu, başı dönüyordu. Sonunda duyabildi doktorun dediklerini...

“Üzgünüm. Kardeşinizi kaybettik.”

“Hayır. Yalan. Kaybetmek ne demek? Koskoca bir yaşam kaybedilir mi? Bulun onu, getirin. Geçmişim o benim, geçmişimi kaybedemezsiniz. Ben de yok olurum, ruhum yok olur. Çok erken, çok erken... Onu getirin bana, geri getirin.”

1 MART 2008
İLKAY GÖKÇEN