29 Ekim 2009 Perşembe

SAĞANAK


“Onsuz nasıl yaşarım? Yaşanır mı o olmadan? Onun olmadığı bir dünyada yönümü kaybederim. Elsiz yaşanır mı, kolsuz, ayaksız, ruhsuz, bedensiz? Görmeden, duymadan yaşanır mı? Onu kaybedersem nefesim de gider onunla... Nefes alamam. Onsuz yapamam, bilemem o olmadan nasıl yaşanacağını.”

Genç kadın bankta oturmuş bu duygularla baş etmeye çalışırken çevresindeki hayat devam ediyordu. Can pazarıydı hastaneler. Ambulanslar gelip gidiyor, sedyeler büyük patırtılarla getiriliyor, hastalar indiriliyor, koşarak götürülüyordu acile. Panik, telaş, haykırışlar... Başka ses duyulmuyor gibiydi. Hiç mutlu olan yok muydu, derdi olmayan, normal olan, yaşamının terazisi bozulmadan yaşayan? Bir hemşire takıldı gözüne, elinde fincanıyla içeri giriyordu.

“Kahve içiyor galiba, yüzünde mutsuzluğa dair hiçbir iz yok. Tek düşüncesi nöbetinin ne kadar yoğun geçtiği olmalı. Bütün Ankara bugün buraya gelmiş gibi, diyordur içinden. Göre göre acıları, katılaşmıştır. Bizler hasta sahibiyiz, acılıyız, dertliyiz, beklentideyiz. Onun derdi de bu nöbeti bir an önce savmak sanırım. Ertesi gün yatırılacak faturalar, kuaför, dinlenme, uykuyla kucaklaşma... Onun en büyük derdi bu, benim ise...

Kadının, çevresini seyreden gözleri küçülmüştü. Anlamsız bir ifadeyle bakıyordu etrafa. Yüzü kireç kadar beyazdı. Kızıl kıvırcık saçlarıyla kireç beyazı yüzü, tuhaf bir tezatlık yaratıyordu. Kızıl, canlılıktı oysa enerjiydi, yaşamın ta kendisiydi. O ise yaşamdan ne kadar kopuk, ne kadar uzak görünüyordu.

“Ne mutluyduk biz. Mutlu, coşkulu, yaşama sevinci dolu... Neşemizi kimse bozamazdı. Nehir gibi akardı gülmelerimiz, engel tanımadan akan bir nehir...”

Başka hiç kimseyle öylesine gülmemişti, sebepsiz, saçma sapan, görenin sinirini bozan gülüşmeler... Bakıştıkça gülerlerdi, çığırından çıkardı kahkahaları... Anneleri uyarana dek tabi... Anneleri o anlam yüklü bakışlarını çevirdiğinde üzerlerine, silkinirlerdi birden, duramazlarsa eğer başka odaya giderler, orada gülmeye devam ederlerdi.

Gülümsüyordu kadın. Ne yakışmıştı ona gülmek. Işıldamıştı yüzü, yanakları da hafif pembeleşmişti. Gülümsediğinin farkında bile değildi, yanından geçen genç doktor da ona gülümseyene kadar. Birden toparlandı. Geçmiş ne güzeldi. İçini aydınlatan, pırıl pırıl bir çocukluk geçirmişti onunla. Aralarında bir yaş vardı. İkiz gibiydiler kız kardeşiyle...

“Kızım ağır olun biraz, hanım olun. Gülmenizi duymayan kalmadı. Rezil ettiniz beni mahalleye. Neye gülünür ki bu kadar? Allah ellerin kızlarına akıl verirken benim çocuklar neredeydi acaba?”

“Çarşıda, derdi içinden. Çarşıda geziyorduk anne. Duyduk ki Allah akıl veriyormuş, koştuk fakat yetişemedik. Kapanın elinde kaldı. Biz de boş boş geri döndük anne. Kusura bakma, bu kadarıyla idare et artık.”

Böyle söylemek isterdi annesine, ama hiçbir zaman söyleyemedi. Çok bozulurdu bu söze. Çünkü aklını pek beğenirdi. İçinde döner dururdu kelimeler, hepsini içine akıtırdı. Annesi gidince de kardeşine anlatırdı, durmadan anlatırdı. O da hep dikkatle, hayranlıkla dinler, yorumlar yapardı. Kendini çok önemli hissederdi onun yanında. Biri için önemli olmak güzeldir; özel olduğunu, eşsiz olduğunu duyumsarsın. Yaşamındaki bütün insanlar kardeşi gibi olsun isterdi. Ona güvensin, onu beğensin, onu koşulsuz sevsin.

“Ruh ikiziyiz biz. Komik ve anlamsız gelirdi bana bu söz. Ama biz onunla büyürken ruhlarımız yan yanaydı. Birlikte büyüttük ruhlarımızı... Farklı bedenlerde tek ruh...”

Kalktı, kantinden çay aldı. Çaysız yaşayamaz, su yerine de çay içerdi. Fakat içmeyi bile unutmuştu sabahtan beri. İyi gelirdi ona çay, ilaç gibi. Başındaki o korkunç ağrıyı belki çay giderirdi.

Bir sağanak gibiydi anıları. Ansızın bastıran, insanı sırılsıklam eden, aptallaştıran zamansız, amansız bir sağanak...

“Oynadığımız oyunlardan başımız dönerdi. Doymazdık oyuna, annem bizi sokaktan getiremezdi. Erkek kedi bunlar, diye söylenirdi. Çağırmasan gelmeyecekler.”Eve gelince babamın kucağına atlardık, annemin hışmından kurtulmak için. Babam sever, okşardı bizi.
Kızlarıma laf yok, deyip kurtarırdı her defasında.”

Söze gerek yoktu çoğu zaman. Gözleriyle anlaşırlardı. Hiç konuşmadan birbirlerini anlarlardı. Birinin gözlerinden dökülen yaş, diğerinin yüreğine akardı. İkiz gibilerdi ama bir yandan da küçük annesiydi kardeşinin. Onu korur kollar, ona sahip çıkardı. Kardeşi de hayat boyu onun yoldaşı oldu. Düğününde, doğumunda... Bebeğini ilk kucağına alan oydu. Kızı okula başladığında onu ağlayarak sınıfa birlikte göndermişlerdi. Hiç ayrılmamışlardı. Tüyleri ürperdi birden. Hiç ayrılmamışlardı. Ya bundan sonra?

Yanında oturan kadına baktı. O kimi bekliyordu acaba kucağında burnunu çekip duran çocuğuyla birlikte? Çocuk ona, Hatice’yi hatırlatmıştı. Çocukluğunun sümüklü Hatice’sini... Çelimsiz, kara kuru ama bir o kadar da kuvvetliydi. Kardeşini hırpalayınca onu bir güzel dövmüştü. Dövmüştü dövmesine fakat yüreciğine de Gülsüm teyzenin korkusu düşmüştü. Eve gelip elini beline dayayarak kim bilir neler diyecekti annesine? Sessizce eve girmiş, okul çantasını almış, ufak çapta bir evden kaçma girişiminde bulunmuştu. Yalnız, fazla uzağa gidememişti. Yan sokakta iki bina arasındaki kuytuluğa saklanmış, çantasını kucağına alıp ödevlerini bitirmişti.“Evden kaçsan da ödevlerini bitireceksin.”Uykuya yenik düşmüş, kıvrılıvermişti olduğu yere. Neden sonra gürültüler, çığlıklarla uyanmış, bir el çekip almıştı onu o kuytu köşeden... Annesinin gözyaşları, kardeşinin suçlu ve mahzun, babasının ise şaşkın bakışları arasında eve getirilmişti. Yokluğunun üzüntüsü, kabahatinin de üstünü örtmüştü. En çok da buna sevinmiş, zaman zaman evden kaçmanın fena fikir olmadığına karar vermişti.

“Geçimsiz değildim, sadece adalet duygum fazlaca gelişmişti. Haksızlığa hiç gelemezdim. Hele kardeşime yapılanlara... Kendimi, onu korumaya adamıştım. Hemen göze batan, sürekli muhalefet eden, hırçın bir siyah civcivdim ben. Sarı civciv olup mutlu-mesut yaşamak yerine siyah civciv olmayı yeğlemiştim. Narin, kırılgan sarı civcivimi, kardeşimi nasıl koruyabilirdim başka türlü?”

Az önce gülümseyerek yanından geçen genç doktorun ona doğru yaklaştığını fark etti. Doktorun yüzündeki ifadeyi yorumlamaya çalıştı. Kaygılı bir ifadeyle bakıyordu bu genç gözler. Yüreğinin gümbürtüleri tüm sesleri bastırmıştı. Ne diyordu doktor, duyamıyordu. Dünya dönüyordu, başı dönüyordu. Sonunda duyabildi doktorun dediklerini...

“Üzgünüm. Kardeşinizi kaybettik.”

“Hayır. Yalan. Kaybetmek ne demek? Koskoca bir yaşam kaybedilir mi? Bulun onu, getirin. Geçmişim o benim, geçmişimi kaybedemezsiniz. Ben de yok olurum, ruhum yok olur. Çok erken, çok erken... Onu getirin bana, geri getirin.”

1 MART 2008
İLKAY GÖKÇEN

3 yorum:

  1. Bir dolaylamadir edebiyat... Gozun kiyisinda belirmis hayaldir... Itiraftan farkidir ki onu daha carpici kilan...

    YanıtlaSil
  2. bunu daha önce mail olarak yollamıştınız bana, ben de size ablamla olan ilişkimizi uzun uzun anlatmıştım.Yeniden okurken bile aynı duyguları aynı şiddette yaşatabilen, yaşamın içinden, çok gerçekçi bi hikaye.Diliniz çok akıcı ve sanki okumuyor da izliyorum hissi uyanıyor insanda. Tebrik ederim, diğer öykülerinizi de sabırsızlıkla bekliyorum. E. AKÇA

    YanıtlaSil
  3. Beni çoçukluğumdan beri çok etkiledi yazdıkların İlkoşum. Ta ilkokulda oynamamız için piyesler, yarışma programları yazardın. "Gölgenin Muamması", "Sahte doktor" vs İlkokul mezuniyet gecesinde sergilediğimiz "sahte doktor" oyunu salonu gülmekten kırmış geçirmişti hatırlarsan..Ya yarışma programı. "Şıkıdık Ayşe" tiplemesiyle epey insanı güldürmüştüm. Tabi sayende epey oyunculuk denemem olmuş. Kardeş kontenjanından da başrolü kapardım...Ve bunları yazdığında sen en fazla 9-10 yaşlarındaydın....Bir de o müthiş liderlik vasfın da devreye girince bizim dönemdeki birçok insanın çocukluk kahramını olup çıkmıştın.

    O zamandan bu zamana bayağı zaman geçmiş. Ve sen yeniden yazmaya başladın. Ne güzel..Çok duru, yalın bir dilin var. Yazmaya devam sevgili ablacım...Mizah, köy, anadolu, çocuk, aşk...

    YanıtlaSil