30 Ekim 2009 Cuma

EVLİLİK MASALI



Evliliği sorgulamak haddimize düşmez. Bu kurum içinde iyi kötü yuvarlanır gideriz. Tabi yuvarlanırken başımızı taşlara vurmamız, kan revan içinde kalmamız, uçurumlardan aşağı düşmemiz de mümkün… Bunları göze alacaksın evlenirken.

Evlilikle birlikte davranışlar değişmeye başlar, diyaloglar da öyle. Tabi ilk yılların aşk sarhoşluğunu saymazsak… Aşk sarhoşuyken yaptıklarımızdan sorumlu değilizdir. O sarhoşluk varken serde, evli çiftlerin hiçbir uyarısına kulak asmayız.


-Aşkım, seni çok seviyorum.
-Hayır, hayır. Ben seni daha çok.
-Mümkünü yok benden fazla sevemezsin.
Konuşmalar bu minvalde devam eder. Hatta bu sevip sevmeme konusunda hoş küslükler de yaşanabilir.


-Kızım, eşinle tadınız yok gibi…
-Küstük anne.
-Neden yavrum?
-Beni, benim onu sevdiğimden daha çok sevdiğini söyledi.
-Eeeeeee?
-Ben de kabul etmedim.
-Eeeeeee?
-İnatlaştık, küstük.
-Kızım bırak seni daha çok sevsin. Ne yapacaksın daha çok sevip? Hem erkekleri fazla şımartmaya gelmez. Öyle seviyorum meviyorum deyip durma. Ayıp.
-Nesi ayıp anne ya?
-Eskiden sevmek mi vardı?
-Ne yani, sen babamı sevmiyor musun anne?
-Seviyorumdur herhalde, birlikte yaşadığıma göre. Ama zırt pırt seviyorum deyip yılışmıyorum.
-Anne ya! Sen bana yılışık mı diyorsun?


Buyurun işte! Anneyle de küsüldü.
Gördünüz mü küslüklerin hiç bitmediği bir süreç. Bu tarz küslükleri saçma bulanlar içlerinden söylenirler.”Ben görürüm sizi, üç-beş seneye kadar. Hatta o kadar bile sürmez. Birbirinizi yiyeceğiniz günler yakındır.”


Sevgililerin özel bir dili olmuştur hep. Anlamsız diyaloglar, birbirini bebeği sever gibi sevmeler, birbirlerine taktıkları adlar… Bunlar, sevgili olmanın şanındandır. İki metrelik bir erkeği”minik kuşum”,kapılardan sığamayan hatunu “böceğim”diye seven iki insanı başka türlü nasıl anlayabilirsiniz ki? Sonradan bu minik kuşa bir tartışmada “deve” ;böceğe de “tombul tavuk”biçimindeki yakıştırmalar; hayvan adlarının ilişkide hala geçerli olduğunu gösterir bize. Yalnız biraz evrim değiştirmiştir.


Âşıkken gözümüze batmayan nice şey, evlilikte vakti saati gelince gözümüzü oymaya başlar. Aşkın gözü kördür, evliliğin gözü apaçık…
-Şapırdatma ağzını Osman. Şimdi komşular gelecek.
-Neden geleceklermiş?
-Konsere.
-Ne konseri?
-Ağzından o kadar garip sesler geliyor ki ,”Osman Bey oda orkestrası tutmuş. Hadi dinlemeye gidelim” diyecekler.
-Saçmalama be kadın!
-Be kadın mı? Be kadın olduk şimdi dimi? Prensesim derdin sen bana.
-Hadi ya, ne zaman?
-Hüüüüüüü
-Noldu ya, gene ne yaptık? Ağız tadıyla bi yemek yedirtmiyor şu kadın bana. Vır vır vır vır, dır dır dır dır…
İşte sonuç budur. Belki Osman doğdu doğalı ağzını şapırdatıyordu, ama bunun evlilikle birlikte farkına varıldı.


Yıllar yıpratır birliktelikleri. Tabi sosyolojik boyutunu da hesaba katmalı işin. Aynı evi paylaşan iki insanın anlaştığı nerde görülmüş? Sadece sevgili değil: iki kardeş, iki arkadaş da aynı evi paylaştıklarında aynı hazin sona ulaşıldığı görülmüştür. İki farklı insanı aynı eve tıkarsanız olacağı budur. İnsanlar bunalıp birbirini yemeye başlayacaklardır doğal olarak. En güzel aşk, farklı evlerde otururken yaşanandır. Tatlı gelir, gizemlidir, özlem doludur. Geceden sabaha özlenir sevilen; her yaptığı, her dediği akla gelir, sabahlar olmaz bir türlü...


Evlenildiğinde ise boyut biraz farklılaşır. Gene sabahlar olmak bilmez, ama sebebi tektir. Horlama… Kimi zaman gök gürültüsü, kiminde uçak kalkışı, bazen de sinek vızlamasına benzeyen sesler arasında uyuyabilirsen uyu bakalım. O özlem dolu geceleri özlemle anarsın.


Âşıkken telefonla görüşmeye de doyum olmaz. Âşıkların faturaları hep kabarıktır. Evliler ise “çok yazar”diye mümkün olan en az kelimeyle konuşurlar. Hatta evli çiftlerin telefonu açtıklarında en çok söyledikleri sözün ”ne var?”olduğu tespit edilmiştir.


Çocuk yetiştirirken de bin türlü hırgür yaşanır evli çiftlerin yaşamında. Âşıkken ısrarla sevgilisine benzemesi istenir doğacak çocuğun.
-Sana benzesin, her baktığımda seni göreyim manolyam.
-Hayır. Sana benzesin, huyu suyu, bakışı, duruşu... Bir kez daha âşık olayım sana bir tanem…

Yine ısrarlar edilir, karşı tarafa iltifatlarla gönüller hoş edilir.
Çocuk doğar, büyür. Baba ya da anne birbirine kızdığı an çocuktan çıkarır hıncını. Tabi olan çocuğa olur. Çocuk hiçbirine benzemediğini; sütçünün, sucunun, tüpçünün çocuğu olduğunu düşünmeye başlar.
-Kör olmayasıca, aynı babası… Aynı saygısız sözler, aynı bakış…
-Şuna bak, aynı annesi. Ne istekleri bitiyor, ne çenesi kapanıyor.


Özel günler sevgiliyken özel ve güzeldir de, evliyken çileye dönüşmeye başlar.
Erkek bütün günlerin kadınlara özgü olduğunu düşünmeye başlar, hediye almak bir eziyet haline gelmiştir onun için. Belli bir süreden sonra ise anneler gününü bile reddetmeye kadar vardırır işi.”Sen benim annem değilsin ki! Annem olsan hediyeni alırdım”Bu, son noktadır kadın için. Kılıçlar çekilmiştir. Kadın da bir amazon edasıyla elinden geleni ardına koymayacaktır. İstediği tek taş yüzüğü almamak için sosyal içerikli bir bahane bulup”Hayatım, Kanlı Elmas filminden sonra pırlanta istemeyeceğini düşündüm.”diyen bir koca, artık başına geleceklerden korkmalıdır. Kadın da farklı değildir. Kocasına sürekli kravat, gömlek almaktan gına gelmiştir. Yılbaşında ona, kırmızı bir Noel babalı don alarak öcünü alır. Hediye faslı ebediyen kapanır.

Çocuk yetiştirmek de başlı başına bir sorun haline gelir demiştik. Çiftlerden her biri eşi bulunmaz anne-baba olduğunu düşünür.Diğerinin her yaptığını eleştirir.
-Hayatım,şimdi o yedirilir mi çocuğa?
-Neden yedirilmezmiş?Yemenin saati mi olurmuş?
-Elbette saati var.
-Peki,çocuktan sorumlu devlet bakanı.Bundan sonra sana dilekçe vermeden bir şey yapmam.Her şeyin en iyisini sen biliyorsun ya!
-Tabi ki çok şey biliyorum.Az kitap okumadım ben bu çocuk için.
-O kitaplarda “Babayı çocuğa sakın yaklaştırmayın”mı diyordu?
-Hayır. Yemek saatinde çocuğa sürpriz yumurta yedirmeyin yazıyordu.
-Yarın bir kamyon sürpriz yumurta, bir kamyonet de toy boks getirmeyen ne olsun!
-Allah akıl fikir versin sana!
-Kendine dua et sen!

Çocuk büyütmek zorlu bir süreçtir. Hırpalar. İlgisiz eşler ise en çekilmeyenidir.
-Refik! Çocukla biraz ilgilensene.
-Neden, sen ne yapıyorsun?
-Ben bir şey yapmıyorum canım da, çocuk sana yakında amca demeye başlayacak. Baba olduğunu bi hatırlat istersen!
-Çocuğum, gel Refik amcanın yanına bakayım. Beni tanıdın mı?

Zevkler de çarpışmaya başlar bir süre sonra. Önce mümkün olan bütün saygı gösterilir kişisel zevklere. Sonra saygının yerini sataşma alır.Belki ilkin birbirinin hatırı için istemediğin aksiyon filmine gider, kendini kıyasıya bir kavganın orta yerinde bulursun. Ya da romantik komediye gidip salak âşıkların uzayıp giden diyaloglarını izlemek zorunda kalabilirsin. Sonraki konuşmalar:
-Bıktım senin şu türkü sevdandan. Ne zaman dışarı çıksak türkü bara götürmeye kalkıyorsun beni.
-Rahatsız olduysan gelme bir daha…
-Tamam, gelmeyeyim ama ya türkü dostu bir bayan arkadaşla tanışırsan…
-Senin hayal gücün ne kadar kuvvetli! Roman yazsana…
-Yazacağım, evlilikteki hayal kırıklığımın romanını yazacağım.
-Sen bana laf sokacağına operaya baleye falan gitsene… Belki kendine gelirsin.
-Laf atma gene operaya, baleye… Sanat düşmanı…
-Halkı küçümseyen küçük burjuva…
-Halka inmeyi başaramayan eski devrimci. Sen türkü barlarda halk için türküler söylerken, millet açlıkla pençeleşiyor. Pabucumun halkçısı…
-Bak sana bir türküyle cevap vereyim.
Sanatın bu kadar yerden yere vurulduğu diyaloglar,sadece evlilik kurumunda mevcuttur.Ne yapılacak?Sanata saygı için gerekirse evlenilmeyecek.

Erkeğin gazete okuyup dünyayla bağını kesmesi, televizyondaki haberleri –hem de tüm kanallardaki-seyretmesi, futbol dünyasının bütün gereksiz tartışmalarını hiç kaçırmadan izlemesi kadının hasta olduğu bir durumdur. Cesaretli bir amazon, bu durumda biraz da olsun tepkisini gösterebilmek için elektrik süpürgesiyle bir cengâverliğe girişir. Özellikle televizyonun önünde çalışmaktadır ve süpürge maksimum hızdadır. Akıllı bir erkek, böylesi bir yiğitlik karşısında tepki göstermek yerine şapka çıkartmalıdır. Karısının ne kadar sinirli olduğunu anlayıp alttan almalı, bir süreliğine Ermanla Şansaldan ayrı kalmayı göze almalıdır.

Evliliğin bunca tantanasına rağmen dışarıya hiçbir şey belli edilmez. Herkes mutlu ve huzurlu yuvasında sessiz sakin bir yaşam sürüyor zannedilir. Hele bir bekâr görülsün derhal sorgulanır; neden evlenmediği sorularak canından bezdirilir, evliliğin kerametleri anlatılır. Evliliğin bir statü meselesi olduğu düşündürülür. Evliyseniz koruyucu bir zırhınız vardır. Özellikle işyerinde herkes size mesafeli davranır. Çünkü siz evli ve saygıdeğersinizdir. Kimse size asılamaz, yılışamaz. Evliysen ister mutlu ol istersen cehennem hayatı yaşa bunun bekâr olmaktan çok daha iyi olduğu kafalarımıza kazınmıştır çünkü.

Aslında bunun sebebi kıskançlıktır. Evliler, bekârları kıskanırlar. Bekârlar sorumluluktan uzak, rahat bir yaşam sürerken, sadece kendini düşünerek yaşarken evliler ne yapmaktadır? Kendi ayakkabısı su aldığı halde eşi için ellinci ayakkabıyı almakta, çocuğunun bininci bebeğini ya da topunu almak için çarşı pazar dolanmaktadır. Evliler bu kuruma zarar vermemek, laf getirmemek için onca gayret sarf ederken bekârlar ne yapmaktadır? Lingir lingir gezerek, eğlenerek, canının istediği saatte yatıp kalkarak gününü gün etmektedir. Hiç uykusuz kalmamıştır, hiç bebek bezi değiştirmemiştir, başkasını düşünerek isteklerinden feragat etmemiştir. Bekârların bu umarsız yaşamı, evliler üzerinde bir baskı oluşturur ve kıskançlık yaratır. Derhal bütün bekârlar buluna ve boynu vurula! Pardon evlendirile!

İki bekâr kadın bir araya gelince neden evlenemediklerini, nerede hata yaptıklarını, karşılarına çıkan yanlış insanları konuşur. İki evli kadın ise nefes bile almadan kocalarını çekiştirir. Ta ki biri diğerininkine laf atana kadar… O zaman iş, boyut değiştirir. Yerden yere vurulan eşler, düştükleri en dip noktadan kaldırılmaya çalışılır. Aslında ne iyi eşler oldukları, sorumluluklarını hiç aksatmadan yerine getirdikleri, baba olarak eşi bulunmazlıkları anlatılır. Ne kadar gerçekçi olursa artık… Görüldüğü üzere kadınların medeni durumu ne olursa olsun esas sohbet konuları hep erkeklerdir. Erkeklerin hiç umursamadığı, önemsemediği konular derinlemesine irdelenir kadınlar tarafından. Ayrıntıcıdır kadın dediğin; içini dışını ayrıntısıyla anlatmayı sever. Erkeklerden de böylesi bir davranış bekler. Erkeklerin doğasında da ayrıntı yoktur. Düz bir mantık sergiler her olayda; o yüzden kadınlarla anlaşamaz erkekler.

Erkekle kadın zamanla –evlilik kurumu içinde- birbirine olan saygısını da yitirmeye başlar. Önceleri birbirine kıyamayan çift, birbiriyle kıyasıya bir mücadeleye girişir. Karşılıklı olarak oldukça şık sözler söylerler partnerlerine. Literatüre geçmiş midir çoğu bilmeyiz ama bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
-Beyninin büyüklüğü kuş kadar olmasaydı söylediklerimi anlayabilirdin belki.
-Senin genetiğinle mi oynadılar? Doli gibi oldun sen. İnsan bu denli değişir mi?
-Senin olayın bitmiş güzelim. Uçmuşsun sen.

-Gidip senin gibi hımhım balık burcuyla evleneceğime dengeli bir teraziyle evlenseydim keşke.
-Ben de senin gibi bir akreple evlenip her gün kendimi sokturacağıma hanım hanımcık bir başakla evlenseydim hiç fena olmazdı.
-Benimle emir kipiyle konuşma.
-Ah canım benim. Hangi kiple konuşmamı istersin? Gereklilik, istek… Türkçeyi biliyormuş gibi konuşuyor. Konuşma fukarası…

-Yalan kuyundan başka hangi yalanları çıkaracaksın bakalım.

-O kadar okumuşsun ama anlama yeteneğin gelişmemiş. Sen nasıl mezun oldun, torpille mi?

-Sen eskiden de bu kadar yüzsüz müydün yoksa yüzünü yeni mi kaybettin?

-Seni dışarıdan gören bir şey sanır. Dışına bak yeşil türbe, içine bak estağfur tövbe…

-İlkokula giden bir çocuk bile benim söylediğimi anlar, sen ondan bile acizsin.

Bekârken yeni çıkan kitaplar, yeni açılan barlar kafeler ilgiyi çeker. Evliyken hele de çocuğunuz varsa bebek giysileri, oyuncaklara takılır gözünüz. Bekârların en dayanamadığı şey evli olanların koca ve çocuk muhabbetleridir.”İyi ki evlenmiş, buldumcuk olmuş.”düşüncesi geçer kafanızdan.”Kocacım, karıcım” sözü bekârların en tiksindiği sözdür, evlenince böyle dememeye yemin edersiniz. Evlenen kadınların kimi ifadeleri de değişir. Çocuğunun dişleri çıkar. Çıkan çocuğun dişleridir ama ifade çoğuldur.”Dişlerimiz çıktı teyzesi””Çok gazımız var”.Baba eve gelir.”Babamız geldi.”Baba kimindir, belli değildir. Bu tür durumlarda bekârların bu sözleri söyleyenlere tip tip baktığı görülür. Ve yine büyük yeminler edilir. Hemen evli olanların yanından kaçılarak bekâr biri bulunur ve dertleşilir. Bu dertleşmenin sonunda bekâr olanlar birbirine hep aynı soruyu sorar”Biz ne zaman evleneceğiz?”

Bir de bitmez tükenmez ev eşyaları derdi, yemek tarifleri, eften püften sorunlar… Dünyadaki savaşlar, açlık, felaketler, küresel ısınma bir yana; yeni pasta-börek tarifleri, salona alınacak sehpa öbür yana… Hayattaki en önemli şey akşama ne yemek yapılacağıdır. Ne zaman dünyadan, ülke sorunlarından, kötü giden ekonomiden, politikadan bahsetseniz karşı tarafın ustalıkla lafı çocuğun okul masraflarına, kocasına getirdiğini fark edersiniz. Ya bir yemek tarifiyle konuşmayı istenen doğrultuda devam etmeniz yahut “Baydınız bayanlar” deyip ortamı terk etmeniz gerekir.

Evlilerle bekârların dünyası çok farklıdır. Pardon gezegeni… Farklı gezegenlerden gelen yaratıklar gibisinizdir.
-Aaa, sizin Uranüs’te demek böyle şeyler yaşanıyor. Biz Neptünlüler bu tür şeyleri bilmeyiz. Ne kadar ilginç!
Sonra gezegenler arası transfer yaşandığında –yani evlendiğinizde-Uranüslüler gibi davranmaya başlarsınız. Eleştirdiğiniz her şeyi yapmaya başlarsınız. Hiçbir zaman bekârlık yaşamamış gibi devam edersiniz hayatınıza.

Âşıkken kedi gibi yanınızdan ayrılmak istemeyen partneriniz evlendikten sonra sizden köşe bucak kaçmaya başlar. Tabi cicim ayları geçtikten sonra… Birbirini tuvalet kapılarında bekleyip “Özlüyorum seni çabuk çık.”diyen çiftler Uranüs sürecinde, aynı evin içinde saatlerce birbirlerini görmeseler bile merak etmezler. Banyoda zehirlendi mi, balkon yıkarken kayıp kafasını çarpıp düştü mü, öbür odada neler yapıyor hiç merak etmezler. Aynı evde yaşamanın ürkütücü sonuçlarıdır bunlar. Aynı çatı altında yaşayan iki yabancı olursunuz zamanla, başka evlerde yaşayan iki sevgili, âşıkken…

Âşıkken hayrandır size sevdiğiniz. Her yaptığınız, her konuştuğunuz olağanüstüdür. Hiçbir şeyiniz, hiçbir kimseninkine benzemez; bambaşkasınızdır. Kendinizi matah bir şey sanırsınız. En iyi anne yahut baba, en iyi eş, en mükemmel aşçı, en sorumlu baba, en güzel kadın, en yakışıklı erkek, en en en… Evliliğin yıpratıcı sürecinde ise sevdiğinizin gözünde giderek sıradanlaştığınızı fark eder, şaşırır, incinirsiniz. Çünkü insanlar elde ettiklerinin; yanında, dibinde olanların ne kadar değerli olduğunu görmez olurlar. Evliliğe has bir körlüktür bu. Eğer geçici bir körlükse sorun yok; kalıcıysa tehlikeli… Kalıcıysa çünkü gözler dışarıya çevrilir. Mükemmel olan dışarıda aranmaya başlanır. Bulmak da kolaydır. Çünkü arayanların sayısı bir hayli kalabalıktır. Eeee, arama-bulma dünyası… Bu kalabalıkta illa ki bir “mükemmel” bulunur. Eşi anlayışsızdır, öteki anlayışlı; eşi uyumsuzdur, diğeri uyumlu; eşi çirkindir, diğeri güzel; eşi asık suratlıdır, öteki güler yüzlü; eşi onu beğenmez diğeri hayrandır; eşi dırdır eder öteki över. Örnekler uzatılabilir ama bunun literatürdeki adı “aldatma”dır. İşte bir evlilik için en son ve yıpratıcı nokta.

İçerideki kirli donları yıkamış, kirli çorapların düzünü çevirerek kirliye atmıştır. İçeridekiyle kirlileri gelişigüzel yerlere atma konusunda tartışılmış fekat dışarıdakiyle denizlere gidilmiş engin maviliklerde kulaç atılmıştır. İçerideki Sezen Aksu hayranı arkadaş, internetten indirilen şarkılarla oyalanmış; dışarıdaki bizzat, canlı canlı Sezen Aksu konserine götürülmüştür. İçerideki gönlün dışına itilmiş, dışarıdaki baş tacı edilmiştir. İçerideki bunu hak etmemiş, hazım da edememiştir; dışarıdaki zafer kazanmış edasıyla dolaşmıştır. Sonunda kim kazanmıştır o bilinmez ama kendisini kandıranlar kaybetmiştir. Karşısındakini kandıranlar da –ya da kandırdığını zannedenler-ebediyen, bir daha hiç kazanmamak üzere kaybetmişlerdir.

Evlilik sorun yaratılan bir kurum değildir. Sorumlulukların alındığı bir kurumdur. Eğer birincisine daha yakınsanız evlilikte tehlike çanları çalıyor demektir.” Duydunuz zilin sesini, yarışma başladı. İTİŞME adlı yarışmamız başladı.” Bu yarışmaya katılacaksanız şimdiden söyleyelim: Kaybettiniz.

Evlilik bir masaldır. Kendinizi eşi bulunmaz prens ya da prenses gibi hissediyorsanız tabi tadından yenmez. İyiler hep kazanır, mutlu olur; kötüler yenik düşer.

Evlilik olsa olsa bir masaldır, bize yıllardır anlatılan bir masal… Olağanüstü, hayal ürünü, avutmak, uyutmak için anlatılan bir masal. Hangisi olduğunu zaman da yaşam da size gösterecektir.

Demiştik ya başta, evliliği sorgulamak haddimiz değil. Herkese iyi yuvarlanmalar dilemekten başka ne gelir elden?

Ne der ünlü şair: “En doğru masal, anlamadan korktuğumuzdur”

Masallardan korkmayın! Yaşayın! Her ne şekilde biterse bitsin!

İLKAY GÖKÇEN
13 TEMMUZ 2008-EKİM 2008

29 Ekim 2009 Perşembe

SAĞANAK


“Onsuz nasıl yaşarım? Yaşanır mı o olmadan? Onun olmadığı bir dünyada yönümü kaybederim. Elsiz yaşanır mı, kolsuz, ayaksız, ruhsuz, bedensiz? Görmeden, duymadan yaşanır mı? Onu kaybedersem nefesim de gider onunla... Nefes alamam. Onsuz yapamam, bilemem o olmadan nasıl yaşanacağını.”

Genç kadın bankta oturmuş bu duygularla baş etmeye çalışırken çevresindeki hayat devam ediyordu. Can pazarıydı hastaneler. Ambulanslar gelip gidiyor, sedyeler büyük patırtılarla getiriliyor, hastalar indiriliyor, koşarak götürülüyordu acile. Panik, telaş, haykırışlar... Başka ses duyulmuyor gibiydi. Hiç mutlu olan yok muydu, derdi olmayan, normal olan, yaşamının terazisi bozulmadan yaşayan? Bir hemşire takıldı gözüne, elinde fincanıyla içeri giriyordu.

“Kahve içiyor galiba, yüzünde mutsuzluğa dair hiçbir iz yok. Tek düşüncesi nöbetinin ne kadar yoğun geçtiği olmalı. Bütün Ankara bugün buraya gelmiş gibi, diyordur içinden. Göre göre acıları, katılaşmıştır. Bizler hasta sahibiyiz, acılıyız, dertliyiz, beklentideyiz. Onun derdi de bu nöbeti bir an önce savmak sanırım. Ertesi gün yatırılacak faturalar, kuaför, dinlenme, uykuyla kucaklaşma... Onun en büyük derdi bu, benim ise...

Kadının, çevresini seyreden gözleri küçülmüştü. Anlamsız bir ifadeyle bakıyordu etrafa. Yüzü kireç kadar beyazdı. Kızıl kıvırcık saçlarıyla kireç beyazı yüzü, tuhaf bir tezatlık yaratıyordu. Kızıl, canlılıktı oysa enerjiydi, yaşamın ta kendisiydi. O ise yaşamdan ne kadar kopuk, ne kadar uzak görünüyordu.

“Ne mutluyduk biz. Mutlu, coşkulu, yaşama sevinci dolu... Neşemizi kimse bozamazdı. Nehir gibi akardı gülmelerimiz, engel tanımadan akan bir nehir...”

Başka hiç kimseyle öylesine gülmemişti, sebepsiz, saçma sapan, görenin sinirini bozan gülüşmeler... Bakıştıkça gülerlerdi, çığırından çıkardı kahkahaları... Anneleri uyarana dek tabi... Anneleri o anlam yüklü bakışlarını çevirdiğinde üzerlerine, silkinirlerdi birden, duramazlarsa eğer başka odaya giderler, orada gülmeye devam ederlerdi.

Gülümsüyordu kadın. Ne yakışmıştı ona gülmek. Işıldamıştı yüzü, yanakları da hafif pembeleşmişti. Gülümsediğinin farkında bile değildi, yanından geçen genç doktor da ona gülümseyene kadar. Birden toparlandı. Geçmiş ne güzeldi. İçini aydınlatan, pırıl pırıl bir çocukluk geçirmişti onunla. Aralarında bir yaş vardı. İkiz gibiydiler kız kardeşiyle...

“Kızım ağır olun biraz, hanım olun. Gülmenizi duymayan kalmadı. Rezil ettiniz beni mahalleye. Neye gülünür ki bu kadar? Allah ellerin kızlarına akıl verirken benim çocuklar neredeydi acaba?”

“Çarşıda, derdi içinden. Çarşıda geziyorduk anne. Duyduk ki Allah akıl veriyormuş, koştuk fakat yetişemedik. Kapanın elinde kaldı. Biz de boş boş geri döndük anne. Kusura bakma, bu kadarıyla idare et artık.”

Böyle söylemek isterdi annesine, ama hiçbir zaman söyleyemedi. Çok bozulurdu bu söze. Çünkü aklını pek beğenirdi. İçinde döner dururdu kelimeler, hepsini içine akıtırdı. Annesi gidince de kardeşine anlatırdı, durmadan anlatırdı. O da hep dikkatle, hayranlıkla dinler, yorumlar yapardı. Kendini çok önemli hissederdi onun yanında. Biri için önemli olmak güzeldir; özel olduğunu, eşsiz olduğunu duyumsarsın. Yaşamındaki bütün insanlar kardeşi gibi olsun isterdi. Ona güvensin, onu beğensin, onu koşulsuz sevsin.

“Ruh ikiziyiz biz. Komik ve anlamsız gelirdi bana bu söz. Ama biz onunla büyürken ruhlarımız yan yanaydı. Birlikte büyüttük ruhlarımızı... Farklı bedenlerde tek ruh...”

Kalktı, kantinden çay aldı. Çaysız yaşayamaz, su yerine de çay içerdi. Fakat içmeyi bile unutmuştu sabahtan beri. İyi gelirdi ona çay, ilaç gibi. Başındaki o korkunç ağrıyı belki çay giderirdi.

Bir sağanak gibiydi anıları. Ansızın bastıran, insanı sırılsıklam eden, aptallaştıran zamansız, amansız bir sağanak...

“Oynadığımız oyunlardan başımız dönerdi. Doymazdık oyuna, annem bizi sokaktan getiremezdi. Erkek kedi bunlar, diye söylenirdi. Çağırmasan gelmeyecekler.”Eve gelince babamın kucağına atlardık, annemin hışmından kurtulmak için. Babam sever, okşardı bizi.
Kızlarıma laf yok, deyip kurtarırdı her defasında.”

Söze gerek yoktu çoğu zaman. Gözleriyle anlaşırlardı. Hiç konuşmadan birbirlerini anlarlardı. Birinin gözlerinden dökülen yaş, diğerinin yüreğine akardı. İkiz gibilerdi ama bir yandan da küçük annesiydi kardeşinin. Onu korur kollar, ona sahip çıkardı. Kardeşi de hayat boyu onun yoldaşı oldu. Düğününde, doğumunda... Bebeğini ilk kucağına alan oydu. Kızı okula başladığında onu ağlayarak sınıfa birlikte göndermişlerdi. Hiç ayrılmamışlardı. Tüyleri ürperdi birden. Hiç ayrılmamışlardı. Ya bundan sonra?

Yanında oturan kadına baktı. O kimi bekliyordu acaba kucağında burnunu çekip duran çocuğuyla birlikte? Çocuk ona, Hatice’yi hatırlatmıştı. Çocukluğunun sümüklü Hatice’sini... Çelimsiz, kara kuru ama bir o kadar da kuvvetliydi. Kardeşini hırpalayınca onu bir güzel dövmüştü. Dövmüştü dövmesine fakat yüreciğine de Gülsüm teyzenin korkusu düşmüştü. Eve gelip elini beline dayayarak kim bilir neler diyecekti annesine? Sessizce eve girmiş, okul çantasını almış, ufak çapta bir evden kaçma girişiminde bulunmuştu. Yalnız, fazla uzağa gidememişti. Yan sokakta iki bina arasındaki kuytuluğa saklanmış, çantasını kucağına alıp ödevlerini bitirmişti.“Evden kaçsan da ödevlerini bitireceksin.”Uykuya yenik düşmüş, kıvrılıvermişti olduğu yere. Neden sonra gürültüler, çığlıklarla uyanmış, bir el çekip almıştı onu o kuytu köşeden... Annesinin gözyaşları, kardeşinin suçlu ve mahzun, babasının ise şaşkın bakışları arasında eve getirilmişti. Yokluğunun üzüntüsü, kabahatinin de üstünü örtmüştü. En çok da buna sevinmiş, zaman zaman evden kaçmanın fena fikir olmadığına karar vermişti.

“Geçimsiz değildim, sadece adalet duygum fazlaca gelişmişti. Haksızlığa hiç gelemezdim. Hele kardeşime yapılanlara... Kendimi, onu korumaya adamıştım. Hemen göze batan, sürekli muhalefet eden, hırçın bir siyah civcivdim ben. Sarı civciv olup mutlu-mesut yaşamak yerine siyah civciv olmayı yeğlemiştim. Narin, kırılgan sarı civcivimi, kardeşimi nasıl koruyabilirdim başka türlü?”

Az önce gülümseyerek yanından geçen genç doktorun ona doğru yaklaştığını fark etti. Doktorun yüzündeki ifadeyi yorumlamaya çalıştı. Kaygılı bir ifadeyle bakıyordu bu genç gözler. Yüreğinin gümbürtüleri tüm sesleri bastırmıştı. Ne diyordu doktor, duyamıyordu. Dünya dönüyordu, başı dönüyordu. Sonunda duyabildi doktorun dediklerini...

“Üzgünüm. Kardeşinizi kaybettik.”

“Hayır. Yalan. Kaybetmek ne demek? Koskoca bir yaşam kaybedilir mi? Bulun onu, getirin. Geçmişim o benim, geçmişimi kaybedemezsiniz. Ben de yok olurum, ruhum yok olur. Çok erken, çok erken... Onu getirin bana, geri getirin.”

1 MART 2008
İLKAY GÖKÇEN