11 Kasım 2009 Çarşamba

ELİF ANA


Güzeldi köyümüz. Tanıdık bildik köylere pek benzemezdi ama... Ardıç ağaçlarıyla süslenmiş, ıssız bir köy... Nasıl desem? İnsanı az bir köy işte... Şehirde yaşayan, bir avuç toprağa, bir parça yeşilliğe hasret kalan çocuklardan biriydim. O yüzden tatillerde köye gitmek için can atardım. Aynı isteği göstermeyen kardeşlerime de şaşar kalırdım. Neden gitmek istemezlerdi ki oraya? Sıkılırlardı besbelli... Ama ben eşyalarımı hazırlar gün sayardım gitmek için.

Bir yayla köyüydü Kökez. Sarp dağların eteğine yaslanmış, hüzünlü, ıtırlı, gizemli... Sevgilisi tarafından terk edilmiş âşıklara benzerdi. Yolunun zorlu, şartlarının çetin olması yüzünden köylüler, merkeze daha yakın yerlere göç etmişlerdi. İnsansız evler, boynu bükük bakarlardı sanki ya da bana öyle gelirdi. Kalanlarda da vardı bir tuhaflık... Hepsinde bu dünyaya ait değillermiş gibi bir hava hissedilirdi. Bazılarına yaklaşır dokunurdum, gerçekliklerine inanamazdım. Geniş hayal dünyamda hepsi masallarımı, hikâyelerimi süsleyen bir kahramandı. Masalsı bir diyardı burası.

Benim içimi aydınlatan bu köy, başka çocuklara ıssız gelir, onların içini karartırdı. Şehrin üstüme üstüme gelen devasa binaları, bunaltıcı havasından kaçıp yeşile kavuşmanın dışında bir sebebi daha vardı köy sevgimin. Yalnız olma isteği... Bir yanım pek severdi kalabalığı, gürültüyü, şamatayı; diğer yanımsa yalnızlığı, sessizliği ve kendiyle baş başa olmayı... Yalnız olmak, dilediğimce düşünmek, çevreyi gözlemek için mükemmel bir fırsattı köye gitmek... Hayaller kurardım orada, masallar hikâyeler, oyunlar yazardım aklımdan. Masal kahramanları, öykü karakterleri cirit atardı düş dünyamda. O kadar kalabalıktı ki beynim, sıkılmaya vaktim olmazdı. Çocuk bilincimle bunun farkında değildim elbet, şimdi şimdi anlamlandırıyorum.

Çocukluğumun kahramanı anneannemdi. Bu küçücük, minyatür kadın bir dev gibiydi gözümde. Becerikliydi, elinden her iş gelirdi. Yapamayacağı iş yok gibiydi. Neşeliydi, bir iki kahkahayla bütün gamını, kederini kovardı. Her zaman, enerjik, kıpır kıpırdı. Onun yorulmaması şaşırtırdı beni, onu izlerken bile yorulurdum. Pek tembeldim küçükken. Yıllar sonra onun gibi olacağımı nereden bilebilirdim?

Köydekiler anneanneme “Elif Ana” derlerdi. Teyzemin çocukları da...
- Anneanne, sana neden Elif Ana diyorlar? Sen onların da anneannesi değil misin?
- Gınalı guzum. Köylüler anneanne babaanne nedir ne bilsinler? Şehirliler yeni icat etti o adları.
- Anneanne, ben de sana Elif Ana desem olur mu?
- Olmaz mı gınalım. Canın ne istiyorsa onu de.
- Elif Ana?
- Guzum.
- Dedeme de Mehmet baba diyeyim mi?
- Deme yavrum. Herkes ona dede der. Sen de öyle diyiver.
- Tamam, Elif Ana. Elif Ana?
- Hıııı...
- Dedem gülmez mi hiç?
- Gülmez mi anam!
- Neden ben görmedim?
- Kim bilir yavrum? Bizim kadar değil ama güler işte!
- Ben korkuyorum dedemden.
- Korkma yavrum. Her insan birbirine benzemez. O da öyledir işte...

İnsanları olduğu gibi kabul ederdi Elif Anam. Ötesini berisini aramazdı. O öyleyse, öyleydi işte! Bitti. Bu kadar. Hayat ve insanlar, bu denli yalındı onun gözünde. Deşeleyip kendini mutsuz etmeye ne gerek var? Karşısındakini değiştirmeye çalışmaz, yıpratmazdı kendini. Elif Anadan çok şey öğrenecektim. Yaşamımın her anında bana yardım eden, zor durumlarda imdadıma yetişen bilgiler... İlkini hafızama kazımıştım:
“İnsanları değiştirmeye çalışmayacaksın! Onları olduğu gibi kabul edeceksin. Mutlu olmanın ilk şartı bu!”
Dedemden neden korkardık bilmiyorum. Çocuklara pek yüz vermezdi ama bizleri çok düşünürdü. Hep korur kollardı arka planda kalarak… İnce, uzun, kemikli elleri; upuzun boyu vardı. Heybetli bir heykele benzerdi dik durduğunda. Gözleri kısıktı, hep bir şey düşünüyor gibi derin derin bakardı. Temiz, titiz ve biraz huysuz bir adamdı. Çok konuşmayı da çok konuşanı da sevmezdi. Neşeli, canlı Elif Ananın tam zıddıydı.


Dişleri yoktu Elif Ananın. Dişlerini çektirip damak taktırmış, alışamamış atmış damağı. O gün bugündür dişsiz dolaşıyordu. Acırdım ona. Her şeyi yiyemezdi. Gerçi zamanla damakları diş gibi olmuştu ama yine de seçerdi yediklerini. Domatese dayanamazdı. Bahçesinde yetiştirdiği yeşilimsi fakat bir o kadar da lezzetli yayla domateslerini yerdi. Onun yemesi hoşuma giderdi ağzıma bile sürmediğim domatesi.

-Elif Ana, bu köyün erkekleri neden çorap örüyor? Kadınlar örgü örer, erkekler değil.
Güler, sarılırdı bana anneannem.
-Yavrum, biz yörüğüz. Yörük erkekleri çorap örer.
Dağarcığıma bir şey daha eklemiştim:
”Yörük erkekleri çorap örer; bu, yadırganacak bir durum değildir.”
Ama erkekleri öyle görünce gülmeme engel olamazdım. Elinde kirmanlarıyla yün eğirip altı şişle –dünyanın en önemli işini yapıyormuşcasına ciddi -çorap ören erkekler pek komik gelirdi bana.

Köydeki yer isimleri de birbirinden ilginçti. Ezberlediğim bu adların ne anlama geldiğini merak ederdim. Soru yağmuruna tutardım anneannemi.

- “Yelli Belen” ne demek?
- Çok rüzgârlıdır orası, ondan öyle demişler.
- “Kuyu Yeri”ne demek?
- Kuyu var da ondan.
- “Toymanın Çayırı” ne demek?
- Toyman denen bir adamınmış eskiden.
- “Kale ne demek?
- Önceden kaleymiş.
- “Bostanlık Çeşmesi”?
- Büyük bir çeşme vardır, o çeşmenin suyuyla bolca bostan yetişir.
- “Boyun Tarla”?
- Boyna benzer.
- “Cinciningat” ?
- Onu ben de bilmiyorum.
- “Yanık Yurt” ne demek?
-........................
- ……………. ne demek?
Bunaltırdım kadını sorularımla. Yine de hiç sinirlenmez, büyük bir sabırla yanıt verirdi. Bazen de dayanamazdı.

- Guzum, seni evde hiç konuşturmadılar mı?
- Neden sordun Elif Ana?
- Konuşmaya hasret gibisin de...
- Sıkıldım burada, konuşmazsam patlarım. Hem konuşmazsam unuturum konuşmayı...
- Üzülme, üzülme. Sen konuşmayı unutmazsın.

Erkenden yatırırlardı beni. Hoş, kendileri de erken yatarlardı ya... Anlam veremezdim buna. Elif Ana “Saat on, yatağa gon”dedi mi her şey biterdi. Yatağa konmak zorundasın, hiç şansın yok. Ama “saat on”dan daha önce girerdik yatağa.

-Elif Ana, neden erken yatıyoruz?
-Bilmem gızım, alışkanlık işte!

Fısıltıyla sorardım dedemin duymasından çekindiğim için... Dedem işitti bir keresinde. Tok, davudi sesiyle “Güneş battı, yörük yattı.”dedi.

Bir şey daha öğrenmiştim bu yörük köyünde:”Yörükler erken yatar.”

Yaşam, okumayla sırrına erilecek bir kitap değildi. Bunu Kökez’de öğrendim.

Yapılacak o kadar iş olurdu ki, erken yatmayıp da ne yapsınlar! Koyunları, inekleri vardı. Her sabah erce vakit hayvanlar otlatmaya götürülürdü. Uykuyla uyanıklık arasında duyardım seslerini, dalardım yine. Beni uyandırmamaya özen gösterirlerdi. Uykumu alınca kalkar, aş damına yönelirdim. Mutfağın adı”aş damı”ydı. Zaten birçok şeyin adı farklıydı Kökez’de. Doğru ocaklığa giderdim. Çaydanlık, ocaklıkta köze gömülü olurdu, çay soğumasın diye. Kahvaltımı yapar, çıkınımı hazırlardım. Anneannem unutmamam için sıkı sıkıya tembih ederdi. “Çıkınını hazırla, başörtünü takmayı unutma!”Çıkını hazırlamak zevkli olurdu. Yere serer, içine tel dolaptan aldığım çökeleği, domatesi, biberi, yufkayı koyardım. Sonra çıkını, belime sıkıca sarardım. En sevmediğim şey de başörtüsü takma faslıydı. Örtüyü bağlayınca başım sıkışır, boğulacak gibi olurdum. Atardım tülbendi, anneannemin söylediklerini hatırlayınca tekrar takardım.”Şehirde örtme ama köyde ört. Sıcak olduğunda yazma korur başını, başına sıcak geçmez. Sonra, börtü böcek saçının içine giremez. Yazmayla burnunu güneşten korursun. Burnu, yüzü yanan gızlara “kel gız “derler burada. İster misin kel gız olmak? ”Hiç ister miydim? Hemen örtüyü takardım.
Bir şey daha öğrenmiştim:” Köyde yazma örtmek bir zorunluluk değil bir gereksinim.”

Bir koyun vardı, dağda otlarken kaçar gelirdi eve. Evden ayrılmak istemezdi sanırım. Elif Anam ona bir isim koymuştu.”Ev gızı” Diğer koyunlar şıngır şıngır giderken dağlara, ev gızı mızıkçılık yapar, kaçar, anneannemi uğraştırırdı. Ev gızı ayak diredikçe anneannem onunla konuşur, onu ikna etmeye çalışırdı. Hayvanlarla konuşulur mu hiç? Konuşulur. Elif Ana konuşur. Bir güzel de yaptırırdı dediğini. Onları sever, boyunlarını okşar, kuzuya çevirirdi hepsini. Bizim ev gızı, sevmediği dağlara tıpış tıpış geri dönerdi.
Doğadaki her varlığın sevilmeyi hak ettiğini; şiddetin değil sevginin karşı konulamaz bir güç olduğunu öğrendim:”Sınırsız, hesapsız, beklentisiz sev. Karşılığı sen istemesen de gelir.”
-Elif Ana?
-Çocuğum?
-Senin saçların neden kınalı?
-Kına yakmayı seviyorum, hem kına korur saçı, besler. Senin gibi doğuştan kınalı değiliz
-Benim elime kına yakıver bu gece.
-Aman gızım aman!
-Neden öyle dedin?
-Çok iş kesiyorsun* bana. Elime bok sürdünüz diye gece boyu debeleniyorsun.
-Ama ben hiç hatırlamıyorum.
-Ben de hiç unutmuyorum. Sen en iyisi anana yaktır kınayı.
-Tamam.

Köyde hasta olmak beni korkutmazdı. Çünkü bilirdim ki Elif Ana, buna da bir çare bulacaktır. Zaten köylü akın akın ona gelir, ondan yardım umardı. Karın ağrısı, böcek sokması, siğil, baş ağrısı.... Dertlerin devasıydı Elif Ana. Bir keresinde ağrıyan karnım için bir yakı hazırlamıştı. İçine dövülmüş kuru üzüm, incir, karaardıç gıliği koymuş, az suyla kaynatmış, arpa unuyla koyultup karnıma sarmıştı. Bu yakıyla karın ağrım geçmiş, Elif Ana gözümde daha bir büyümüştü. Bir tek dedemin baş ağrılarına çare bulamadı. Kocaman
paketlerdeki gripinler geçirirdi dedemin ağrılarını. Şehre gidenlere sipariş verilirdi. Gripin kutusunun üstündeki başı ağrıyan kadın resmi hayalimden gitmez.

-Elif Ana, bu ağacın adı ne?
-Gara ardıç.
-Beyaz ardıç da var mı?
-Onu bilmem de boz ardıcı bilirim.
-Peki, bu kuşların adı?
-Onlara gara cuka denir. Ardıç kuşudur.
-Bu kuşlar neden ayrılmıyor ağaçtan? Kovalım onları, gelmesinler.
-Olur mu yavrum? O kuşlar olmasa ardıç da olmaz.
-Nasıl yani?
-Gara ardıcın gıliklerini, gara cukalar yer. Gara cukaların pisliklerinden yeni ardıçlar oluşur. Onların olmaması ardıcın da olmaması demektir. Allahın yarattığı her şeyin bir sebebi vardır güzel gızım.
Ne çok şey biliyordu Elif Anam. Bilimin öğretileri, insanoğluna hiçbir şey katmamış, doğayı yok etmiş insan. Artık yaylalarda ardıç ağacı yok, gara cukaların sesi duyulmaz oldu.

Şehirden bir kaçak daha gelirdi köye. İlhan ağabeyim. Onu görünce dünyalar benim olurdu. Teyzemin oğlu değil gerçek bir ağabeydi benim için. İlhan demek macera demek, eğlence demekti. Yalnız dünyamdan sıyrılır, mutlu bir yaramaz olurdum. İlhan ağabeyimi görünce yalnızlığı da, sessizliği de unuturdum.
Önce arılarla ilgilenirdik. İlgileniriz demek biraz ayıp aslında. Çeşme başında su içmeye gelen arıların üzerine zalimce su dökerdik. Zavallılar neye uğradıklarını şaşırırlardı. En sonunda arılar sokunca aklımız başımıza geldi. Az önce büyük bir hazla arıları yok etmeye çalışan iki kafadarın çığlıklar atarak eve dönmesi içler acısıydı. Elif Ana bizi tedavi etti. Her Anadolu kadınının yaptığı gibi bizi dedeme karşı savundu. Dedemin öfke dolu bakışları üzerimize çevrildiğinde daha bir küçülmüştük. Elif Ana ertesi gün bizi bırakmadı. Yardımımıza ihtiyacı olduğunu söyledi. Evin arka bahçesine götürdü bizi. Dedem arı kovanlarının başında arı gözlüğüyle bekliyordu. Yanına çağırdı biz yaramazları. Elinde bir arı vardı.
-Yaklaşın.
-………
-Gördünüz mü?
Bizden ses yok
-Kovandan çıkan arı, bacağında çiçekle geri döner. Bunlar birleşip bal olurlar. Balı, bizler için yaparlar.
Anlamlı bir bakış fırlattı ikimize.”Sizin öldürdüğünüz arılar geri dönemedi ama” der gibiydi.
-Arıların oğul çıkarma zamanı şimdi. Biz inek gütmeye gidince, benim tembih edeceklerimi yapın.
Bizde yine ses yok. Anneanneme döndü.

-Elifçe, bu uşaklar konuşma bilmez mi?
-Bilirler dedesi, bilirler. Yapar onlar dediklerini.
Dedem çocuklara “uşak” derdi nedense Akdeniz’in bir yayla köyünde. Biz uşaklar korkuyla karışık bir çekingenlikle salladık başımızı.
Onlar gidince bir başımıza kaldık. Dedemin tembih ettiklerini içimizden tekrarladığımız için sessizdik. Nasıl da sıcaktı! Arıların oğul çıkardığı zamandı bu. Tören başlıyordu. Üreme töreni! Arılar toplu olarak kovandan çıkmaya başladılar. Biz de elimize aldığımız iki taşı birbirine vurmaya başladık.”Taş çatlatmazsan uçar giderler “demişti dedem. Bir dala konup orada oğul çıkardılar. Koşa koşa Tos Veli dedeyi çağırmaya gittim. O da tembihliydi, hemen geldi. Oğul çıkaran arılar kaçmasın diye bıçkıyla arıların olduğu dalı kesti, kovanın içine getirip bıraktı. Tehlikeli görev başarıyla tamamlanmıştı. Derin bir nefes aldık. Büyükler döndüğünde onlardan övgüler bekliyor, kendimizle gurur duyuyorduk. Dedemin onaylayan bakışları, Elif Anamın sevgi dolu kucaklayışı her şeye değerdi. Artık oğul çıkarma törenlerinin başkahramanları olmuştuk. Geneviz nedir, onu bile öğrendik. Ne mi? Senede üç oğul çıkaran arıların en işe yaramazı, bal yapmayan arılar… En çok da onlar vızlarlar.
“Bal yapmayan arılar gibi olmak yerine üretmek gerektiğini, çevresine zarar verenlerin üretme gücünden yoksun olduğunu öğrendim.”

Elif Ana bize yine dersimizi vermişti. O günden sonra arıların en yılmaz bekçileri olduk. Ne de olsa onları çoğaltmıştık, bir daha azalmalarına izin verir miydik?
Çocukları cezalandırmak yerine doğru olanı göstermek gerek. Hatalarını iliklerine kadar hissetsinler. Vicdanlarının varlığını unutmasınlar. Vicdan sahibi olandan korkulmaz çünkü.

-Elif Ana, ben İlhan abimle evleneceğim.
-Tövbe de.
-Neden?
-İnsan abisiyle evlenir mi?
-Ama ben onu çok seviyorum.
-O başka…
-O, beni çok güldürüyor. Onunla evlenmesem de beni güldüren biriyle evleneceğim ben.
-Öyle yap o zaman.

En büyük isteğim İlhan ağabeyimle evlenmekti. Onunla evlenirsek hayat çok güzel olacaktı. İpe sapa gelmez her şeye gülecek, camiye gizlice girip şaklabanlık yapacak, komşu bahçelerden meyve çalacak, akşama kadar çamurlarda debelenecek, karıncaları yerin altına gömecek, gizlice mutfağa girip daha yeni yapılmış yoğurttan avuç avuç yiyecektik. Hayat onunla ne eğlenceliydi!
Eğlenceye diğer kuzen Rıdvan da katıldı mı ekip tamamlanırdı. Rıdvan’ın her yaptığına gülerdik. Onun güldürmek için çaba göstermesine gerek yoktu, bizim gülmek için gerekçeye ihtiyacımız olmadığı gibi. İnsanın en temiz ve en içten dönemi çocukluk… Çocukluğumun en güzel hediyesidir kolay gülebilmek, güldürebilmek…
Rıdvan bize sure öğretirdi. Biz de büyük bir gayretle öğrenmeye çalışırdık. Dini bütünlükten değil, bunun ardından da komik bir şey gelir mi diye! Gelirdi de. Bizi camiye götürürdü Rıdvan, caminin kapısını açmak hiç de zor değildi. İçeri korkuyla karışık bir heyecanla girerdik. İnsansız köyün, camisi de ıssız olur. Rıdvan imam olurdu, biz de cemaat…
-Ey cemaat!
-………….
-Dediklerimi tekrar edin.
-Tamam, imam efendi.
-Sübhaneke
-Sübhaneke
-Sümbül teke
-Sümbül teke
Kahkahalar, kahkahalar…
Rıdvan gene ciddileşirdi.
-Ey cemaat!
-Söyle imam efendi.
-Dua ediyoruz, tekrar edin. Allahım, biz çocuğuz, günah yazma. Âmin!
-Allahım, biz çocuğuz, günah yazma. Âmin!
Günah korkusu bizi huzursuz eder, camiden çıkardık Sanırım caminin de bizden başka ziyaretçisi yoktu.

Bizim köy insansızdı ama her köyde olduğu gibi bir delimiz vardı. Elinde akordu bozuk bir bağlamayla akşama kadar türkü söylerdi. Türkü hep aynıydı. O yüzden belleğime çakılı kaldı.
Yağmur yağar buz gibi,
Eriyorum ben çürük duz gibi
Gocan ile geçincemen yok ise
Boşan da gel gabulümsün gız gibi
Anadolu insanı ne yaratıcı… Sansürü, gizlisi saklısı, ayıbı yok. Türkülere dökmüş yüreğini. Kimse yadırgamaz türkü sözlerini. Anlattıkları, yaşadıklarıdır çünkü.
Söylenenlere göre bizimki evli bir kadına âşık olmuş. Kadın da mutsuzmuş, buna gönül vermiş. Ama kurulu düzenini bozmamış, ayrılamamış kocasından. Adam olanları duyunca sineye çekmiş, karısını da alıp gitmiş köyden. Bizimkinin de aklı gitmiş. O gün bugündür elinde sazıyla öylece gezer olmuş. Bu hikâye beni üzerdi. Aşk herkesi kırmıştı. Ama onlar vurup kırmak yerine sessizce değiştirivermişti yaşamlarını. Batı’da töre yok. Törenin adı “sevgi”.

En çok damın ucundaki tuvaletten korkardım. Gaz lambasıyla gidilirdi tuvalete. Hemen yandaki ceviz ağacının gölgeleri düşerdi dama. Üç buçuk ata ata ihtiyaç gidermek biraz zor olsa da gözümü kapatır, dualar okur, sonra fırlardım içeriye. Canavarlar, hayaletler bir kez daha arkada kalır, bana kahkahalarla gülerlerdi.”Şimdi kaçtın fakat ölümün bizim elimizden olacak. Hah hah ha!”Kaç gece yatağın içinde dönüp durduğumu hatırlarım kimseyi uyandıramadığımdan. Canavarlara yem olmamak için kıvranır, sabahı sabah ederdim.


……………………………………………………………………………………

Yıllar acımasızca geçiyor. Çocuk kalmadım, büyüdüm. Elif Anam da yaşlandı, evlatları bakıyor. Dedemi kaybedince bir daha kendine gelemedi. Hafızası da terk etti onu dedemin ardından. Anneanneme annemler bakıyor. Ben de bir süreliğine annemlerdeyim. Elimde bebeğim, yanımda Elif Ana…

-Gızım, sen bu evin gelini misin?
-Elif Ana, beni hatırlamadın mı? Ben torunun.

Dikkatlice bakıyor bana.
-Yok canım.

Çok komik bir şey söylemişim gibi kahkahalar atıyor.

-Hani hatırlar mısın, her tatilde köye gelirdim. Kıvırcık, kınalı saçlı...

Gözleri bulutlanıyor.

-O,sen değilsin.
-Benim Elif Ana.
-Değilsin. O,bi başkaydı.

Düşüncelere dalıyor.

-Gızım, sen tanıyor musun gınalımı?

Boğazımda düğümler...

-Hı hı...
-Çok torunum var benim. Ama o, bir başkaydı.
-Nasıldı?
-Onun gönül gözü açıktı. Çok akıllıydı. Büyük adam olmuştur o.

Hafızası kimi zaman çok aydınlık, kimi zamansa dipsiz bir kuyu... Olmadık ayrıntıları hatırladığı gibi, kızını tanımadığı oluyor.
Kimi zaman içleniyor, dertleniyor, kendi kendine konuşmaya başlıyor. Fazlalık gibi görüyor kendini, bu dünyaya yük gibi…

-Gelin gız, Allah unuttu beni.
-Tövbe de, Elif Ana.
-Unuttu işte, unuttu!

Allah bütün yaşlıları almıştı yanına, bir onu unutmuştu. Allah onu, o da geçmişini hatırlamaz olmuştu. Sadece geçmişini mi?

-Gızım tuvalet nerdeydi? Bi zahmet götürüver beni.

Dağı, bayırı, uçan kuşu bilen Elif Ana, tuvaletin yerini bilemiyor. İçim acıyor.

-Dedemi hatırlıyor musun?
-Öldü diyorlar. Yalandır o da.

Ona söylenenleri yalan zannediyor, inanmıyordu.
-Neden?
-Bi garı bulmuş, gitmiştir.

Hepsi doğruydu, kabul edilmesi zor doğrular. Dedemin öldüğünü kabullenemiyordu. Doğruları kabul edemeyen beyni ona böyle bir oyun oynamıştı. Her şeyin yalan olduğunu düşünmek ona kolay gelmişti. Herhalde hayat boyu dedemin bir başkasına gideceği korkusunu taşımıştı. Ona göre, kocasının birini bulup gitmesi ölmesinden daha iyiydi. Çünkü ölüm yokluk demekti, sonsuz bir boşluk demekti.

Elif Anayla çok mutluyuz. Çok şeyi değişti, gülen yüzü hiç değişmedi. Diğer yaşlılar gibi şikâyet etmek yerine kahkahalar atıp bizi şenlendiriyor. Geçmişi unuttuğu için onun yükünü de taşımıyor. Bizim varlığımızdan da hoşnut, sürekli gözü kulağı bizde. Yaşlılık zor! Annem “Yaşlılara rağbet yok”derdi. Geleceği yok onların. Geçmişleriyle yaşıyorlar, ömür muhasebesi yaparak geçiriyorlar son demlerini. Demlenip acımış bir çay gibi yaşlılık. Buruk, acı, soğuk… Yaşlılık seyretmek demek yaşamı. Elif Ananın seyirliği de bizdik.
Kanepenin üstünde tespih çekiyor. Perdeyi takıyorum, sendeledim, düşeceğim. Paniğe kapıldı Elif Ana.
-Gelin gız, üstüme düşeceksin. Öldüreceksin beni.
-Hani ölmek istiyordun Elif Ana?
Cevap yerine ters bakışlar… Anlıyorum içinden neler geçirdiğini. Uzun dilli gelin, diyordur bana… Eeee, can tatlı, hayat güzel… Bir ikilemdi hayat. Elif Ana da tam ortasında…

-Kaç yaşındasın Elif Ana?
-Ben mi?

Bir bakış, bir düşünüş, bir dalış…

-Dünya kurulduğundan beri yaşıyorum.

Elif Ana, çocukluğumun aydınlık yüzü oldu. Şimdi, onu ne zaman hatırlasam ardıç kuşlarının sesini duyarım, pınarların şırıltısı gelir kulağıma, şalba* kokusunu alırım savrulan rüzgârla! Ne zaman bir ayrılık yaşasam içimdeki sızıyı, Kökez’den ve Elif Anadan ayrılırken duyduğum sızıya benzetirim. Yaşamıma bunca şey katan Elif Anayı hep yanımda, yüreğimde hissederim.


MART-TEMMUZ 2008


*İş kesmek:Eziyet etmek,huzursuz etmek
*Şalba: Akdeniz’de yetişen bir tür adaçayı

4 yorum:

  1. İçten ve rahatça yazılmış bir yazı, en önemlisi bu. İyi ve duyarlı bir gözlem ürünü. İçinde pek çok öykü besleyecek malzeme bulunan bir çekirdek yazı. yaız macerasınd ayeni ve cesur bir adım daha.. Devamını bekleriz.

    YanıtlaSil
  2. Yıllardır yazan,çizen ,üreten bir arkadaştan böyle bir değerlendirme duymak göğsümü kabarttı doğrusu.Cesaretim arttı.Gönülden teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  3. Sait Faik'i ilk defa okumamı sağlayan arkadaşımın da yazmayı bırakmaması beni sevindirdi Hayatımız atlanmayacak kadar muhteşem bir öykü aslında.Yazmayanlar yazanlar kadar iyi okuyabilir mi hayatı? Lütfen yazmayı bırakma.

    YanıtlaSil
  4. Sevgili İlkay,

    Bunca aradan sonra, beni ilk gençlik yıllarımın romansı tadlarına götürdü bu öykün, insan yaşadıklarından başkasını yazamıyor zaten, ama bir ayrıntı var burada ‘’öyküleştirme’’, yani bu bir anı yazısı gibi de olabilirdi ama anlatımının sadeliği ve dilin zenginliği konuyu sıradanlığından uzaklaştırıp, özelleştirmiş.
    Bana sorarlarsa nedir bir yazıdaki en önemli şey diye; tadı derim, evet yazının tadı, nasıl ki havayı içimize alırken bir koku alırsak, nasıl ki, suyu içerken bir tat alırsak yazının da okuyana böyle bir tat duygusu verdiğini düşünürüm hep. Evet, bu öyküde yayla çiçeklerinin kokusu, pınar sularının tazeliği var, daha doğrusu ben bu tadı aldım. Beni Fakir Baykurt’a, Orhan Kemal’e, Yaşar Kemal’e Hasan Kıyafet’e ve daha nicelerine götürdü bu öykü
    Anlatımındaki sadelik, naiflik ve alegori yazıya devinim kazandımış. Ritim duygusu uyandırıyor, bunun yanı sıra aralara sıkıştırdığın felsefi tümceler bence hem teknik hem de düşünce olarak yazıyı derinleştirmiş, geleneksel Anadolu insanı, benim deyimimle Anadolu filozofları dile gelmiş adeta, bunun ardındaki alt yapı zaten yazının içinde var, çok güzel kurgulamışsın... Yabancılaşma dediğimiz günümüz sorunsalının güzel bir kritiği olmuş bu öykü, köy-kent çelişkisi, başkalaşım, dönüşüm ve buna karşı bir direnç de görüyorum burada, bir karşı duruş var, yalnız bunun üzerinde biraz daha durulabilir, aslında İlkay bu yazı güzel bir romanın alt yapısını oluşturabilir bence.
    Hepimizin Elif Anaları vardır bu memlekette, peki neredeler şimdi, acaba onun yaşadığı hafıza kaybı bu gün bizim yaşadığımız şizofreni midir?
    Bugün geldiğimiz noktada yaşamlarımızın niteliği bizi yeterince mutlu edemiyorsa, bunu değiştirmek için çabamız söz konusu mu? Doğru olanla gerçek arasındaki diyalektik nedir? İşte Elif Ana bu soruların yanıtını veriyor biraz da bize. Ancak yazıyı biraz daha derinleştirirsen öykü olmaktan çıkaracak gibi geliyor bana. Kısacası böyle güzel olmuş,eline yüregine sağlık.

    Sonuç olarak;
    İlkay, seni kutlarım beni oturttun buraya ve uzun bir aradan sonra ilk defa bir kritik yazdırdın bana..:)) En son 2001 yılında Alaçatı’daki eski Rum evlerinin restorasyonuna bir eleştiri yazmıştım.Mimarlık Dergisinde yayınlanmıştı.Kafamı pek fazla toplayamadım kusura bakma sakın ama gönderdiğin yazıları tekrar elden geçireceğim ve biraz daha ağır eleştiriler yapabilirim sanırım,biraz da yıllar sonra karşılaşmanın verdiği esneklik olsa gerek bu..:)

    ELİNE, YÜREĞİNE,BEYNİNE,EMEĞİNE SAĞLIK....

    Denizci deyimiyle PUPAN NETA, PRUVAN AÇIK OLSUN

    Sevgi ve Saygılarımla 26 kasım 2009/İZMİR

    YanıtlaSil